Ahmet Şık, önce insan her zaman gazeteci

SELAHATTİN SEVİ 09 Şubat 2018 GÖRÜŞ

ABD Başkanı George Bush’un Saddam Hüseyin ve oğullarına ülkeyi 48 saat içinde terk etmezlerse savaş açacağı tehdidine günler kalmıştı. 2003 Newroz’unda Kürtler sadece yeni yılı değil, ‘Kürt Baharı’nı da kutlayacaktı…

Türkiye’den ve dünyadan gazete, ajans ve televizyon ekipleri günlerdir Habur Sınır Kapısı’na en yakın yerleşim yeri olan Cizre’den yayın yapıyor, anons geçiyordu. Gergin bekleyiş sonunda bitmişti. Üç otobüs basın mensubu konvoy halinde önce Habur’u geçti, ardından Dohuk’a doğru yola çıktı. Hedef Selahaddin’deki Kürt liderler buluşmasıydı.

Otobüsümüz Dohuk’ta örneğine belki Lübnan’da rastlanabilecek konfora ve lükse sahip otelin önüne park ettiğinde herkes şaşkındı. Kendisine yer kalmayacağını düşünen gazeteciler resepsiyona hücum etti. Bir anda kayıtlar kontrolden çıktı ve herkes paravanın arkasındaki anahtarlara saldırdı. APTN mihmandarının çığlığı kimsenin umurunda değildi: “Biz 28 kişiyiz ve 28 ayrı oda istiyoruz!”

Ne mümkün. Anahtarlar kapanın elinde kaldı. Baktım, karanlık bir noktada tek bir anahtar kalmış, onu da ben alayım, dedim.

Elimde numarası olan anahtarlarla otele kayıt yaparken, payıma kral dairesinin düştüğünü gördüm. Sevinsem mi, üzülsem mi? Bizim yayın grubundan rahmetli Birol Aydın’a da yiyecek deposunun anahtarı çıkmıştı. Çaresiz geri verdi. Bense hayli pahalı olan kral dairesine açıkta kalan Birol ve diğer arkadaşlarımı davet ederek konaklamayı normal odalardan bile ucuza getirmiştim.

Ertesi gün kuşluk vakti yaptığımız mükellef bir kahvaltıdan sonra herkes otobüslerdeki yerini aldı. Resepsiyonda çalışan genç elinde bir listeyle otobüs mikrofonundan sesleniyordu: “Otel ücretini ödemeyenler var, ödesin, kimin hangi odada kaldığını biliyoruz.”

Herkes birbirine bakarken Hürriyet’ten H.D. ve Sabah’dan B.E. çıkardıkları gürültülü konuşmaya ara verip bağırdılar. “Kimse o ahlaksız versin otelin parasını, ayıp ayıp…”

Ses çıkmayınca otel görevlisi iki şamatacı gazetecinin adını vermesin mi?

İki gazetecinin biraz önce herkes otobüste yerini almışken otelin yakınında koruma görevlileriyle verdikleri ve ertesi gün gazetelerinde “Benim cici silahım” başlığı ile çıkacak fotoğraf için başlayan şamata yerini utangaç sessizliğe bıraktı.

AHMET ŞIK FARKI

Türk basınının Afrin’e yakın sınır bölgesinde, yine bir sınır ötesi operasyondaki aşırı heyecanlı halini görence “değişen bir şey yok” demekten kendimi alamıyorum. Soğukkanlı, efendi, işini yapıp haberini yazan gazetecilerin eksikliği farkediliyor.

O otobüste olan Ahmet Şık gibi.

“İnsanları tanımak istiyorsan yolculuk yapacaksın” denir ya… Ahmet o iş yolculuğunda kişiliğinden ve iş ciddiyetinden taviz vermedi. Radikal için takip ettiği o tarihi günleri gazetesine haber ve fotoğraflarla tafsilatlı olarak geçti.

Ahmet Şık’ı o unutulmaz yolculuk kadar sokaklarda da tanıdım.

O foto muhabiri olarak başladığı kariyerine muhabir olarak devam ederken, ben muhabir olarak başladığım meslekte foto muhabirliğinde karar kılmıştım. 1990’lar Uğur Mumcu’dan Metin Göktepe’ye kadar gazetecilerin katledildiği ağır ve sancılı bir dönemdi. Fakat sokaklar eylem için, protesto için dolup taşardı. Sendika yürüyüşlerinden türban gösterilerine, derdi olan meydanlarda, sokaklardaydı.

Ahmet Şık ve Zaman muhabiri İlhan Kaya her seferinde hedef olur, dayak yerdi. Çünkü her ikisi de devrimci gelenekten geliyordu ve polisin olumsuz bir tutumu, orantısız güç kullanımı olduğunda en öne atılır, müdahele eder, tepki koyar ve çoklukla da yara almış olarak tekrar aramıza dönerdi.

Bugün özgürlük ve demokrasi mücadelesinde Ahmet Şık’ın adı en başa yazılıyorsa bu tesadüf değil. Ahmet’in herhangi bir durumda gözünü karartması ve sonuna kadar gitmesi için inanması ve ikna olması yeterli.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun olan Şık henüz okul sıralarında başladığı mesleğinde Milliyet’ten Nokta dergisine kadar İkitelli medyasının bütün kurumlarında çalıştı.

Mesleğinin ilk yıllarında Manisalı çocuklara işkence dosyasıyla adını duyurdu. Hayata Dönüş adı verilen kıyım ve kırım operasyonunda yaşananları duyurmanın yanında mağdur yakınlarına moral de veriyordu. Bir yolunu bulup hapishaneyi kuşbakışı gören ‘gelin odası’ndan içeriye otomatik silahlarla asker ve polislerin mermi yağdırdığını belgeleyen fotoğrafım Milliyet’tin manşetindeydi. Gece baskısına dondurucu soğukta semt kahvesinde Ahmet’le ve diğer gazeteci arkadaşlarla kahrolarak bakmıştık. Fakat orada kalmadı Ahmet Şık. Ölüm oruçlarını, Cumartesi Anneleri’ni ve bütün hukuksuz uygulamaları günlük ajandasına kaydettiği ‘yapılması gerekenler’ listesinden hiç çıkarmadı.

Foto muhabiri olarak mayın mağdurları ile ilgili belki de tek kitabın sahibiydi ama Ahmet gazeteciliğin her alanında vardı. Radikal gazetesinde hepimizin meslek büyüğü Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte yazdığı Kontrgerilla ve Ergenekon’u Anlama Kılavuzu ve Ergenekon’da Kim Kimdir? kitaplarında “Ergenekon Soruşturması’nın gizliliğini ihlal ettiği” iddiasıyla üç yıl hapis istemiyle yargılandı. Hukuksuzca cezaevine atıldığı tarih 3 Mart 2011.

Bir yıl sonra 12 Mart 2012 tahliye olan Şık, “Çok fazla bir şey söylemek istemiyorum. Eksik kalmış adalet, hukuk ve demokrasi getirmeyecek. Sadece benim davamda 5 tutuklu var, 100 civarında gazeteci hala içeride. İfade özgürlüğü meselesi sadece gazetecilerin sorunu değil. 600 civarında öğrenci var. Bunun mücadelesine devam edeceğiz. Bu komployu kuran, yürüten polisler, savcılar ve hakimler bu cezaevine girecek. Onlar buraya girdiğinde adalet gelecek,” demişti.

ADALET, HEMEN ŞİMDİ!

Fakat o beklenen adalet gelmedi. Rakamlar katlandı. Bugün kendisi ile birlikte 150’den fazla gazeteci içerdeyse, yüz binlerce insan mağdursa “onları içeri tıkan irade”nin öyle istiyor almasındandı.

O irade kimimizi içeriye, kimimizi dışarıya savurdu. Her karşılaştığımızda önce kızlarımızı sorardık. Onun sevgili Zeynep’iyle büyük kızım yakın yaşlardaydı. 1999 depreminde telaştan uygun bir isim bulamayınca kızıma Zeynep demiştik göbek adı olarak, o ismiyle aklında kalmıştı.

Şimdi ikinci hukuksuz mahpusluğunda 405 günü sadece özgürlüğünden değil, Zeynep’inden de ayrı geçirmesinin sızısını daha iyi anlıyorum. Çünkü hasretle imtihanın en çetini evlatla olanıymış.

Zeynep’in duruşmada babasına sarıldığı fotoğrafı unutamıyorum. Cefakâr eşinin dağ gibi arkasında durmasını da… Ama Ahmet’in en büyük şansı annesi. Evladından bir kez bile şüphe etmeyen, dimdik yanında duran, o içerdeyken ona ses soluk olan annesi yok mu, aah anneciğim!

Bugün eksik olan sadece Ahmet’in gazeteciliğini değil, dostluğu ve arkadaşlığı. 25 yıllık meslek hayatımda vicdan terazisi sağlam, gurur duyabileceğim kaç insan var ki!

SOMA’DA, SABAH AYAZINDA

Son enstantane Soma’dan. O meş’um gece yerini mayıs güneşine bıraktığında tünelin yaslandığı dağ bütün heybetiyle karşımda duruyordu. Arama kurtarma ve ilkyardım ekiplerine en son Zonguldak’tan gelen madenciler de eklendiğinde Soma’da katliamın boyutları da ortaya çıktı. Güvenlik çemberine alınan kömür yığınlarından birinin üzerinden dev bir canavar tarafından yutulan kurbanların teker teker ambulanslara yetiştirilmelerini fotoğraflıyordum. Sabah ayazında sımsıcak bir gülüşle bana doğru yürüyen Ahmet Şık’ı gördüm. Sıkıca sarıldık.
Yıllardır ikiz gibi dolaştığımız, ailece görüştüğümüz, iş gezisine bile çıksam “Bir ihtiyaç olursa aramazsanız darılım” diyen, kara günde ise bir selamı bile çok gören meslektaşım takıldı: Gazeteleriniz düşman ama -Ahmet Cumhuriyet’te çalışıyordu- siz sarmaş dolaş. Ne iş anlamıyorum!
Şimdi benim de anlamadığım çok şey var. Fakat sıcak gülüşü ve onurlu duruşuyla Ahmet’in adam gibi adam olduğunu biliyorum.
Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com