DİTİB fişlemeleri Avrupa’ya Nazi dönemini hatırlatıyor

KEREM TÜRKMEN 19 Şubat 2017 GÖRÜŞ

Almanya’da 4 Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) görevlisinin evlerinde yapılan aramalarla birlikte 15 Temmuz’dan bu yana derinleşen DİTİB sorunu büyük bir diplomatik krize dönüştü. Avrupa hükümetlerinin 40 yıl boyunca başarı hikayesi olarak gördüğü, Türk toplumunun entegrasyonuna büyük katkı sağlamış DİTİB teşkilatı nasıl kısa bir süre içinde imamlarının ajanlıkla suçlandığı bir kurum haline geldi?

1984 yılında kurulan DİTİB, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a kadar Ankara’nın neredeyse hiç bir hizmet götürmediği Avrupa Türk Diasporası için ilk büyük adımdı. DİTİB, Avrupa’daki Türklerin artık kalıcı bir göçmen toplumuna dönüştüğü 80’li yıllardan itibaren önemli bir boşluğu doldurdu. DİTİB’in iki hedefi vardı. İlki, o dönem Ankara’nın rakip gördüğü Milli Görüş Teşkilatı ve Süleyman Efendi hareketinin dini çalışmalarına bir alternatif olarak devlet İslamının konumunu korumasıydı. Aslında Diyanet’in Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki işlevine benzer bir role sahipti.

Türkiye’de camilerin kontrolü ve imamların memur olması sayesinde dini hayatta devletin kontrolü temin ediliyordu. Necmettin Erbakan ise Ankara’nın o güne kadar ihmal ettiği Avrupa’daki Türk toplumunun potansiyelini 70’lerde keşfetmiş ve kısa sürede Milli Görüş hareketinin köklerini ve finansal kaynaklarını oluşturmuştu. DİTİB’in Avrupa’ya gelmesiyle kısa sürede devlet destekli İslam ile cemaatlerin cami ağıyla büyüyen sivil İslam rakibe dönüştü. DİTİB camilerinin en büyük avantajı Avrupalı Türkler arasında “nötr ve siyaset dışı” algısına sahip olmasıydı. Örneğin, tek bir caminin yeteceği kadar küçük bir Türk nüfusun yaşadığı şehirde vatandaşlar para toplayıp DİTİB cami inşa ederdi. Büyük şehirlerde ise Milli Görüş, Ülkücüler, Süleyman Efendi talebeleri vs. hepsi kendi camisini inşa edebiliyordu. DİTİB, hem siyasal olarak tarafsız imajı, hem ülkeye yeni gelen göçmenlerin entegrasyonunda oynadığı pozitif rol sayesinde Avrupa’nın tartışmasız en büyük cami ağına sahip oldu.

DİTİB’in 90’lı yıllardan itibaren öne çıkan ikinci rolü ise Türk kökenli göçmen gençleri radikal İslami hareketlere karşı korumaktı. Bu yönüyle Almanya ve Fransa’da çok büyük bir prestije kavuştu. Örneğin, İslamcı hareketler uzmanı Fransız siyaset bilimci Gilles Kepel, Fransa’daki 600 bin Türk kökenli nüfusun radikal hareketlerle ilişkisinin az olmasını Diyanet’in ve Türkiye’deki cemaatlerin etkinliğine bağlıyor. Avrupa’daki Türklerin radikal İslamcı hareketlere rağbet etmemesi, terör ağlarına katılmaması Türk camilerinin başarısı olarak yorumlandı. Almanya’da bir çok eyalet DİTİB’le resmi partner olarak çalışırken, Fransa 10 yıl önce Fransız imamların eğitilmesi için kurulacak İlahiyat Fakültesi’ni Diyanet’in işletmesini tartışıyordu. Hem 40 yıllık Türk göçünde başarısını ispat etmiş, hem laik bir ülke tecrübesine sahip olduğu için eşsiz bir partner olarak görülüyordu.

Ancak, Avrupa’da artık camilerin, İslami kurumların başka ülkelerin kontrolüne verilmesi arkaik bir yöntem olarak görülüyor ve sık sık eleştiriliyor. Almanya, Fransa, Belçika gibi ülkeler İslami kurumları güvenlikçi bir perspektifle ele alıyor ve taşeronluk sistemiyle Türkiye, Cezayir, Fas, Tunus vs. gibi ülkelerin kontrolüne bırakıyor. Yani bu ülkeler kendi ülkelerinde yaşayan milyonlarca vatandaşını geldikleri ülkelerin diplomatik temsilcilikleri üzerinden yönetmeye çalışıyor. Oysa ki, artık Türkler de dahil olmak üzere müslümanların büyük çoğunluğu Avrupa’da doğmuş ve büyümüş vatandaşlar. Bu politikalar, kendi topraklarında doğmuş müslüman vatandaşlarına yabancı muamelesi yaptığı ve etnik ayrımlar nedeniyle yerel dinamiklerin doğmasına engel olduğu gerekçesiyle artık daha çok eleştiriliyor. Yükselen aşırı sağ ve popülist hareketler için DİTİB gibi kurumlar bulunmaz bir nimet. O nedenle Türkiye’de imam gönderme, Büyükelçilik’ten maaş alan bir Din İşleri Ataşesi’nin yüzlerce camiyi yönetmesi gibi pratiklerin gelecekte devam etmesi mümkün görünmüyor.

DİTİB’in bu yapısal sorunlardan farklı olarak Avrupa’da gözden düşmesine yol açan en büyük sebep ise iktidar partisi AK Parti’nin yaptığı vahim hatalar oldu. Erdoğan, Milli Görüş’ün büyümesinde Avrupalı Türklerin önemini bilen bir siyasi lider olarak Türk diasporasını kontrol etmeye çok önem verdi. Avrupalı Türkler, hem Avrupalı hükümetlere karşı bir baskı aracı, hem iktidar muhaliflerine karşı bir siyasi silah olarak büyük bir avantaj teşkil ediyordu. İktidarın ilk yıllarında UETD teşkilatına yoğun yatırım yapan, Milli Görüş teşkilatını ele geçirmeye çalışan AK Parti bu çabalarından istediği verimi alamadı. Son 5 yıl içinde Avrupa’daki tüm DİTİB teşkilatlarının yönetim kadrosunu değiştirdi. Önce Din İşleri Ataşelerinin seleflerine nazarla çok daha aktif ve siyasi eğilimini saklamaktan çekinmeyen profiller olması dikkat çekti. Daha sonra Avrupa’nın en ücra köşelerine kadar tayinle giden imamlar açıkça hükümet yanlısı propaganda yapmaya başladı. Üçüncü etapta, cami derneklerinin yönetimlerinde başka parti aidiyeti olan, Gülen cemaati üyesi olan vs. isimler temizlendi. Artık en ufak köydeki bir imamın bile “ben devletim için çalışıyorum, MİT’e bilgi veriyorum” diye böbürlendiği kulaktan kulağa yayılmaya başladı. 17 Aralık’ta başlayan Ak Parti-cemaat gerilimiyle birlikte Avrupa’da imamların listeler hazırlama, camilerde boykotu teşvik etme gibi pratikleri gündeme gelmeye başladı. Ancak, DİTİB’in Avrupa’da bu kadar yoğun gündem olmasına sebep olan hadise 15 Temmuz darbe girişimi oldu. 15 Temmuz’u müteakiben Gülen cemaatiyle ilintili bir çok derneğe yapılan saldırganların DİTİB camilerinde organize olarak bu mekanlara geldiği görüldü. Daha sonra Ankara’nın resmi talimatı sonucuna DİTİB çalışanları bulundukları şehirlerde cemaat üyelerini isim isim dernek dernek fişleyerek Ankara’ya gönderdi. DİTİB’in son 5 yılda hızlanan siyasallaşması kurumu artık imamların evlerinin polislerce basıldığı adli bir vaka konumuna kadar getirdi. Bugün Avrupa basınında, akademik çalışmalarda DİTİB “Erdoğan’ın Avrupa’daki eli” olarak anılıyor.

Hem Ankara hem DİTİB teşkilatı fişleme suçlamasının ne kadar ağır ve yıkıcı bir itham olduğunun farkında değil gibi görünüyor. Aslında bu iddialar bildiğimiz haliyle DİTİB’in ölüm fermanı anlamına geliyor. Türk Hükümetinin, hükümet medyasının ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Almanya’ya verdiği tepkilere bakılınca Türkiye düşmanlığı, Gülen’e destek vs.

Öncelikle, Almanya ve Avusturya’nın aldığı fişleme girişimlerine karşı aldığı sert tedbirleri Gülen cemaatine destek olarak yorumlanması vahim bir okuma hatası. Almanya, Fransa ya da Avusturya açısından bu skandalın Gülen’le ya da Erdoğan’la ilgisi yok. Bu ülkelerin tarihinde fişleme denilince akla sadece Yahudi soykırımı geliyor. O nedenle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra etnik, siyasi, dini fişlemenin hem kamusal hem özel alandan kalkması için olağanüstü önlemler alınmış, katı yasal sınırlamalar getirilmiş. Örneğin Fransa’da etnik kökene göre anket, nüfus sayımı yapmak yasak. Bu nedenle ülkede kaç milyon müslümanın yaşadığı net bir şekilde bilinmiyor. Almanya’da fişleme çok ağır cezai yaptırımı olan bir suç. O nedenle, Ankara’nın kendi ülkelerinde 30’lı yıllardaki vahşetleri hatırlatan fişleme uygulamalarını geri getirmesi karşısında kanları donuyor. Herkesin komşusunu ihbar hattına şikayet ettiği Türkiye’de hükümetin ise Alman polisinin diplomatik kriz pahasına neden imamların evini bastığını anlaması biraz zor gibi.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com