Çininin cini: Sıtkı Usta

Sevenlerinin ve koleksiyonerlerinin “Sıtkı Usta” diye andığı Sıtkı Olçar sayesinde, yüzlerce ismin yolu Kütahya’ya düşmüştü. Usta’nın kalbinde iki sevgili vardı: Kütahya ve karısı. 2010’da, 62 yaşında hayata veda edeceği ana kadar ikisinden de hiçbir zaman vazgeçmemişti.

TUNCAY OPÇİN 21 Ocak 2018 PORTRE

FOTOĞRAF: SELAHATTİN SEVİ

Geçen hafta, Kütahya’yı değerli kılan bir ismi, Ahmet Yakupoğlu’nu anlatmaya çalışmıştım. Yakupoğlu’ndan söz açıp, Abdullah Taktak’ı anmadan geçmek olmayacağı için, isterseniz yazının başlangıcını Taktak’la açalım ve Sıtkı Olçar’la devam edelim.

Taktak, Kütahya’nın en az kendisi kadar meşhur ilçesi Tavşanlı’da dünyaya gelmiş, uzun yıllar leblebicilikle uğraşmış bir isim. 1925’te doğmuş, küçük yaşta yetim kalmış, yaşı büyük yazıldığı için 16 yaşında askere gitmek zorunda kalmış. Askerlik dönüşünde Ahmet Yakupoğlu’na kapılanmış ve resmi, resim tekniğini öğrenmiş. Sonrasında da tuvali, fırçayı, paleti elinden hiç düşürmemiş.

Taktak’ın resmi olabildiğince gerçekçidir. Ustası Yakupoğlu gibi Kütahya’nın güzelliklerini ebedi kılmak için gördüklerini tuvale dökmüştür. İkili pek çok defa tuvallerini, malzemelerini alarak yollarını kırlara, dağlara düşürmüşler ve adeta Kütahya’nın belleğini oluşturmuşlardı. Abdullah Taktak’la, Kütahyalı bir başka sanatçının, hattat Ali Toy’un Laleli’deki çerçeve atölyesinde tanışmıştım. Fırçası ve kompozisyonları oldukça kuvvetli ve güzel resimlere imza atmıştı. Tavşanlı’da yaşıyordu ve orada olmaktan da çok mutluydu.

SEKRETERLİK YAPARAK BAŞLADI

Ahmet Yakupoğlu ve Abdullah Taktak, Kütahya’nın belleğini oluşturan isimler olsalar da, şehri geniş bir çevreye tanıtan isim Sıtkı Olçar olmuştu.

Sevenlerinin ve koleksiyonerlerinin “Sıtkı Usta” diye andığı Olçar sayesinde, yüzlerce ismin yolu Kütahya’ya düşmüştü. Usta’nın kalbinde iki sevgili vardı: Kütahya ve karısı. 2010’da, 62 yaşında hayata veda edeceği ana kadar ikisinden de hiçbir zaman vazgeçmemişti.

Sıtkı Olçar, Kütahya’da Osmanlı Çini Atölyesi’ni kurmuştu. Kütahya’da doğmuş, kısa bir dönem Mersin’de yaşamış, daha sonra baba memleketine geri dönmüştü. Çalışma hayatına daktilo bildiği için, sekreterlik yaparak başlamıştı. Ancak parlak zekası yaptığı işle tatmin olmamıştı. Bu yüzden bir müddet sonra kendi işini kurmuştu.

1973’te açtığı atölyeyle, Kütahya’da yapılmayanı, bulunmayanı yapmaya çalışmıştı. Kütahya çinicileri atadan, dededen hangi deseni ve rengi gördülerse, yollarına onunla devam ediyorlardı. Sıtkı Usta ise, farklı olmak gerektiğini düşünmüş ve desen yoğun çalışmalar yerine daha sade çini ve seramikler üretmeye başlamıştı.

Sıtkı Usta’yla eserlerini konuştuğumuzda, çinilerinde boşluk-doluluk oranlarına dikkat çekmiş, bunun önemini vurgulamıştı. Gerçekten de Sıtkı Usta’nın eserlerinde gözle hemen farkedilen bir sadelik vardı. Bu sadeliğin yanı sıra, Usta zaman geçtikçe form ve renklerde cesur denemelere girişecekti.

Kütahya çinileri yoğun desen ve işçilik gerektiren eserlerdi. Sıtkı Usta, önce bu desen tutkusundan vazgeçmişti. Sonrasında çok iyi bildiği antik formları çiniye uyarlamaya başladı. En sonunda da farklı renk kombinasyonları denedi ve burada da başarılı oldu. Daha önce kullanılmamış sarı rengi, küf yeşilini çiniyle tanıştıran Sıtkı Usta olmuştu. Ancak Çin porselenlerinde görülen tondaki sarı ve yeşille yaptığı kompozisyonlar Olçar’ın şöhretine şöhret katmıştı.

Sıtkı Usta, bir dönem beyaz çini ve seramik zemini üzerine sadece kontür çekip, sırlamış ve bu eserleri koleksiyonerlerin beğenisine sunmuştu. Gelen talep, Olçar’ın yaptığı işlerde daha da cesaret kazanmasına neden olmuştu. Sıtkı Usta’yla şöhretinin doruğunda olduğu bir dönemde tanışmıştım.

İstanbul-Fethiye arasında yolculuk yaparken, bir akşam galerisinin vitrininde gördüğüm eserlere vurulmuştum. Dönüş yolunda Kütahya’da mola verip, hayran kaldığım çinilerinden dört duvar tabağı almıştım.

RİTONLAR OSMANLI DESENLERİYLE HAYAT BULDU

Usta, eserler karşısında çok heyecanlandığımı görünce mutlu olmuş, duyguları yüzüne yansımıştı. İlk karşılaşmamızın üzerinden çok geçmeden yolum tekrar Kütahya’ya düşmüştü. O tarihlerde, Aksiyon’da muhabirlik yapıyordum ve Sıtkı Usta’yı haberleştirmek istediğimi zaman zaman dile getiriyordum. Ancak haber müdürümüz Mehmet Kamış’ı ikna etmek mümkün olmuyordu. Tâ ki Müşerref Hekimoğlu, Cumhuriyet’teki bir Pazar yazısında Sıtkı Usta’dan bahsedinceye kadar! Kamış, bu yazıyla birlikte Usta’ya keşfetmişti ve beni hemen apar-topar Kütahya’ya, Sıtkı Usta’yla röportaj yapmaya göndermişti.

Selahattin Sevi’yle birlikte Kütahya’ya gitmiştik ama Usta yerinde yoktu. İstanbul-Nişantaşı’nda Artisan’da açacağı sergi için İstanbul’a gitmişti. Sevi’yle birlikte o gün, Usta’nın Kütahya’daki eserlerini fotoğraflamış, ertesi gün İstanbul’da buluşmak için sözleşmiştik. Sıtkı Olçar, İstanbul’a her gelişinde Sultanahmet’te, Barut Guest House’da kalıyordu. Sabah buluştuk ve birlikte Artisan’a gittik.

Sıtkı Usta’nın belki de en güzel sergilerinden bir tanesiyle karşı karşıyaydık. Usta, antik formlardan esinlenerek Kütahya desenleriyle ritonlar yapmıştı. Ritonların bisküvitlerini Denizlili Necip Usta hazırlamış, desenlerini ise Sıtkı Usta uygulamıştı. Görenlerin nefeslerini kesecek güzellikte eserler ortaya çıkmıştı. Aynı sergiyi bir kaç defa gezdiğimi hatırlıyorum. Bir kaç ay sonra Sıtkı Usta Ankara-Atika Sanat Galerisi’nde de aynı temada bir sergi açmıştı ve ben oraya da büyük bir mutlulukla katılmıştım.

ŞÖHRET DÜŞMANLIK GETİRDİ

Usta’yla tanışıklığım kısa bir süre sonra dostluğa dönüşmüştü. Bu nedenle Kütahya’ya sık sık gidip gelmeye başlamıştım. Yapmış olduğum her seyahatte, yepyeni bilgiler ediniyordum. Bu dostluk sayesinde yeni kişilerle tanışmış, haber kaynakları oluşturmuştum. Daha sonra Zaman’a manşet olan bir kaç haber yakaladığımı hatırlıyorum.

Kütahya seyahatlerimde, Usta’nın kendi şehrinde çevresinin kıskançlık ağlarıyla örülü olduğunu farketmiştim. Sıtkı Usta, yaramaz bir çocuk gibi hiç durmuyor, hem eser üretiyor hem de yerel güç odaklarını rahatsız ediyordu. Kütahya’nın yerel gazetelerinden birinde yazılar kaleme alıyordu ve şehrin sorunlarını dile getiriyordu. Tabii bu yazılanlar, özellikle belediye başkanlarını çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden Sıtkı Usta’nın başına gelmeyen kalmamıştı.
Usta dağda-bayırda gezmeyi severdi. Bürokrasiyle uğraşmaktan da hoşlanmazdı. Avcı arkadaşları, Kütahyalı dostlarıyla birlikte konaklamak için dağda, ormanlık bir arazide küçük bir kulübe inşa etmişti. Belediye önce bu kulübeyi, daha sonra Usta’nın Harlek Kaplıcalarının oradaki yazlığını yıktı. Sonrasında da Hıdırlık mevkiindeki bir çeşmeyi restore ettiği için Usta’yı suçladı.

Usta, hemşehrilerinden bu tür davranışlar beklemiyordu ve bu yüzden peşpeşe gelen olaylar ilk patladığında çok üzülmüştü. Ancak sonrasında üzüntü, yerini mücadeleye bırakacaktı. Sıtkı Usta’nın şehrini tanıtmak dışında hiçbir maksadı yoktu ve bunun için canhıraş bir şekilde uğraşıyordu. Dağdaki kulübesini yaparken belki bürokratik izinleri ihmal etmişti, ama o kulübede İstanbul’un, Bursa’nın, Ankara’nın, Eskişehir’in nice şöhretli ismini ağırlamış ve Kütahya’yı anlatmıştı. Sıtkı Usta, hemşehrilerinden bu açıdan anlayış ve hoşgörü bekliyordu. Ancak aradığını hiçbir zaman bulamayacaktı.

RAHVAN AT YARIŞÇISI

Sıtkı Usta, hiç tartışmasız ne yapacağını çok iyi bilen bir sanatçıydı. Hiç durmadan yeninin peşinde koştu. Yaptığı, ürettiği eserlerde ya yeni bir form, ya yeni bir renk ya da yeni bir altyapı deniyordu. Koleksiyonerlerinin karşısına da hep “yeni”yle çıkıyordu. Ancak Sıtkı Usta, herşeyin ötesinde muhteşem bir halkla ilişkiler uzmanıydı.

Sıtkı Usta’nın dosluk halkası Rahmi Koç, Semahat Arsel, Sevgi Gönül, İnan-Suna Kıraç’la başlıyor Avni Arbaş’a, Fikret Otyam’a, Müşerref Hekimoğlu’na ulaşıyordu. Usta, Erhan Mesci ve Yılmaz Uyar’ın önerilerini, gözlemlerini ciddiye alır, mutlaka hayata geçirmeye çalışırdı. Kütahya’da derdi, tasası olanın ilk başvuracağı isim Sıtkı Usta olurdu.

Kütahya’da meydana bakan galerisinde oturmuş, sohbet ederken bir şarapçı kapıyı açıp Sıtkı Usta’nın yanına gelmişti. Usta, sanki daha önceden sözleşmişler gibi “Hoşgeldin” diyerek karşıladı ve bir miktar para verdi. Bu davranışını anlamadığımı farkedince açıklama ihtiyacı hissetti: “Bu arkadaş alkolik, işi gücü yok. Şarap alacak parayı benden alamazsa, bir çocuğa, bir kadına, güçsüz bir isme saldırıp gasbedebilir. Hiç kimseye zarar vermesin diye harçlık veriyorum” demişti.

Usta, sadece alkoliklerin değil sakatların da hamisiydi. İhtiyaç sahipleriyle yardımseverleri biraraya getirmeyi sever, bunlardan mutluluk duyardı. Usta bir ara antik arabalara merak sarmış, Kütahya’da volkswagen ve traktör ralisi düzenlemişti. Geleneksel “rahvan yürüyüşlü” at yetiştiriciliğiyle uğraşmıştı. “Çilli” adını verdiği bir at almış, bununla yarışlara katılmıştı. Son uğraşı ise Yatağan bıçaklarını Türkiye’ye ve dünyaya tanıtmaktı.

Sıtkı Olçar hayatının her anını dolu dolu yaşadı. Son onbeş senesine şahit olduğum bu hayattan geriye, her baktığımda küçük neşeli gözlerin aydınlattığı bir yüzün izlerini taşıyan ölmez renkler kaldı.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram