Darwinya: Avrupa’nın kaybından sonra

KRONOS 30 Aralık 2017 KÜLTÜR

C. SCHMIDT

Ömrün ve gençliğin tükenmişliğini başkalarında izlemek. Gidenlerin ardından kalan koca bir boşluk. Miras misali anılar ve içinizi acıtan yalnızlığınızla bir başınıza kalmak, en kötüsü de anıları anlamsızlaştırmak ve hep yeniden, sıfırdan başlamak zorunda kalmak.

Ölüm de güzelmiş dedirten bir kitap “Darwinya”. İnsanın kadimden bu yana en çok arkasına düştüğü, onun için çabaladığı ve araştırmalar yaptığı, masallara konu olan ölümsüzlüğün ve değişime hakim olmanın formülünü arama. Kim istemez ki ölümsüz olmayı ya da istediği şekilde değişmeyi?

Peki ölümsüzlüğe giden değişim yolculuğunda ya tek başınızaysanız; zamanın içinden herşey akıp giderken aynı kalan sadece siz olursanız, sevdiklerinizi tek tek kaybederken sadece siz hayattaysanız, yine de arzular mısınız ölümsüz olmayı?

Açıkçası Robert Charles Wilson’un kaleminden çıkan “Darwinya” kitabına başlamadan önce kitapla alakalı genel bir bilgim ve yargım yoktu. Adı üzerinde de durmadım. Başta fantastik ve bilim kurgu harmanlı olması beni kendine çekti. İkinci olarak da oldukça renkli olan kapağına dizdirilen beşi bir yerde misali gibi, parıl parıl ışıldayan ödüllerini ve adaylıklarını görünce de okumaya karar verdim. Her ne kadar ödüller her zaman belirleyici kriter değilse de, okumaya teşvikte başarılı olabiliyor. Kitaba başlarken ümidim bilimin ve edebiyatın güzel bir izdivacı olabilir yönündeydi. Tam olmasa da idare eder nevinden. İki kavramdan birinin ataerkil olması illa ki olmazsa olmazı işin. Başlarda sıkılsam da arkasından telafi edici sayfalar yavaş yavaş gelmeye başladı. Değişimi anlatan bir kitaptan da bu beklenir diyorsunuz kendi kendinize. Kısa bir girizgahtan sonra fantastik ve bilim kurguyla işlenmiş kitabımızın muhtevasına biraz değinelim.

Yıl 1912. Bütün dünyanın hayretle sorgulayacağı bir hadise yaşanıyor. Bilimin çoğu zaman hurafelere kurban edildiği zamanlardan biri o günler. Avrupa içindekilerle beraber ansızın kayboluyor. Nereye gittiği veya içindekilere ne olduğu hakkında geride en ufak bir iz yok. Giden gidiyor ama, koca kıtanın yeri de boş kalmıyor. İhtişamlı eski Avrupa’nın tahtına başka bir kara parçası oturuyor. Adına zamanla “Darwinya” dedikleri vahşi bir kıta beliriyor.

İstenmeyen davetsiz misafir gibi gelen yeni kara parçası her yönüyle farklılık arz ediyor. Gerek coğrafi yapısı ve bitki örtüsü gerek farklı yapı ve yaratıklarıyla beraber çağın başka bir boyutundan sanki. Bilinmezliğin verdiği korkularla beraber, dilden dile dolanan hurafelerle bütün dünyayı meşgul etmiş durumda. Söylenen ve yayılan bilgilerin korkutuculuğu araştırmalara mani. Bütün gözler bu yeni kıtaya dönmüş olsa da, cesaret edip araştırmaya giden de olmuyor. Bu sebepten de sakinlerinin esrarengiz şekilde kayboluşu ve yeni kara parçasıyla gelen değişimin sebebine de haliyle bir açıklama getirilemiyor.

Aradan geçen sekiz yıldan sonra nihayet Amerka’dan bir keşif grubu bedeli ne olursa olsun bu bilinmezliği yerinde görüp araştırmak istiyor. Ekipte bir doktor, bir kaç bilim adamı ve bir de fotoğrafçı var. Zaten kitap daha çok adı Guilford Law olan fotoğrafçı etrafında cereyan ediyor. Guilford Law’ın bu ekibe katılma isteği, dünya için önemli bu değişim gecesinde on dördüne girdiğinde gerçekleşiyor. Bu tarihi olayla gelen gökyüzü değişimlerine şahitlik ediyor. Hadisenin olduğu anda gökyüzünün çok farklı renkler alması ve tıpkı bir gökkuşağı gibi renklere bürünmesi hadisesini çocukluğunun verdiği heyecanla izliyor. Sonrasında duyduğu ve çoğuna kendince hurafe dediği (çünkü kahramanımız bilime inanıyor, ancak bilimle doğru bakılacağı kanısında) haberlerin sıklığı Darwinya’yı daha da cazibe merkezi kılıyor. Keşif grubunda yapılacak tarihi araştırmaları fotoğraflıyacak birine ihtiyaç duyulunca da kahramanımıza fırsat doğuyor. Yirmi iki yaşındaki genç kahramanımızın bilinmezliklere yelken açan bu yolculuğa olan arzusuna karşın, eşi de o oranda isteksizdir. Eşinin tüm itirazlarına rağmen Guilford karısını ve küçük kızını Londra’daki dayılarına bırakmak için yanına alır. Keşif ekibiyle beraber bir gemiyle Darwinya’ya doğru yelken açarlar.

Uğrak ülkesi İngiltere. Londra şehri, ekibin keşfine başlayacağı hareket noktası. Kitapta bu doğa değişiminin yanında Amerika ve İngiltere çekişmesi üzerinde de duruluyor. Bu anlaşmazlıktan dolayı yeni Londra’nın iç karartan yapısını gözler önüne seriyor. Şehirde bir düzen kurulmuştur, ne varki eskisi gibi değildir. Eşkiyalığın diz boyu olduğu, yokluğun milleti esir aldığı bir ortam mevcuttur. Anlaşılacağı üzere ekip sadece bilinmezlikler, yaratıklar ve vahşi doğayla değil ayrıca bu karmaşayla da yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, bundan sonra geriye dönüş yok deyip iki tekneyle nehir yolculuklarına başlıyorlar. Keşif ekibi ormanın derinliklerinde neler olduğunu görmek için sabırsızlanırken, okuru da heyecan ve merakla, ardı ardına bilimin ve fantastik öğelerin kucağında gelişecek olaylarla peşinden sürükleyeceklerdir.

Ölüme ve yaşlanabilmeye özlem duymak…

“…Sen benim hiçbir zaman yapmadığım bir şeyi yaptın. Yaşlandın. Yaşlanmayı seçtin. Öyleyse söyle bana. Değdi mi?

Guilford ne diyeceğini bilemiyordu. Kendini methetmekten nefret ederdi. Ölüm ilanları gibi şeylerin başkalarına bırakılması en iyisiydi. Ama son savaştan beri sürdürdüğü hayatı düşündü, hem bir bütün olarak hem de ayrıntılarıyla… kızı Lily’yi tanımasını, Karen’la evlenmesini ve ona bir yuva kurmasını, bebeklerin doğmasını, hayatların yitirilmesini, insanların umarsız ve hüzünlü bir şekilde kendilerini keşfetmelerini düşündü. Ben 1898 yılında doğdum, bir asırdan da önce. Bu bir tanrı için çok değildi, ama Guilford’ı fazlasıyla etkiliyordu. Basit bir soru, basit bir yanıt.”

“Tabii ki değdi.“

Sayfalar ilerledikçe kahramanımızda ve kitabın başka karakterlerinde meydana gelen değişimlerine şahit oluyorsunuz. Ayrıca, sadece madde üzerindeki farklılaşma ele alınmıyor. İnsan için önemli olan manevi dinamikler de olaylarla beraber evrim yaşıyor. Aşkın, ihanetin, vefanın, arkadaşlığın ve daha bir çok olgunun Guilford ve çevresi için boyut değiştirdiğini görüyoruz. Gelişen hadiseler karşında bazen hak veriyor, bazen de kızıyorsunuz ama sonrasında da hasılı hepsi de hayatın bir parçası değip geçiyorsunuz.

Şu konuya da değinmeden geçmek istemem. Tabii ki çeviriler dört dörtlük olamayabiliyor. Diller kültürlerini de özeli de barındırdıkları için, kelimelerin ve cümlelerin tam anlamlarını, inceliklerini çeviriye taşımak oldukça zor. Hele bir de işin içine mesleki özel terimler karıştıysa, çevirenin araştırmasına, azmine ve sabrına kuvvet. Bu sebeplerden dolayı hem kitabın hakkını vermek hem de kendi dilime çevrilmiş bir kitaba harcanan emeğe saygı olarak, kitabın orijinali bildiğim dillerden birindeyse çevirisiyle beraber okumayı tercih ediyorum. Kendimce gördüğüm eksiklikler karşında da, güzel bir işe vesile olunmuş diyor, sonrasında daha da güzel olacağına olan inancımı taze tutmaya çalışıyorum

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com