Fazıl Amca, Kalan Müzik, iri yeşil erikler

SELAHATTİN SEVİ 08 Nisan 2017 PORTRE

“Fazıl Amca çağırıyor, hazırlan” demesiyle hızlı adımlarla otoparka yönelmesi bir olurdu Abdullah’ın. Arabasının kapısı açıldığında ses yüksekliği dozunda güzel bir müzik kulağınızı okşar, temizlik ve ferahlık  yüzünüze vururdu. Yenibosna’dan Kadıköy’e doğru E-5 trafiğinde yol alırken bir yandan da görevler sıralardı: “Bahariye civarında iyi bir tamirci var mı, bak bakalım internetten. Fazıl Amca’nın yine kombisi bozulmuş.”

Fazıl Amca dediği, Fazıl Hüsnü Dağlarca. Asırlık şair başı sıkıştığında, bir ihtiyacı olduğunda Abdullah Kılıç’ı arardı. Çoğu zaman birlikte gittiğimiz evinde kâh tamir işleriyle kâh alışverişiyle ilgilenir, bazen de öylece oturur sohbet ederdik. Sürpriz yapar, son yazdığı şiiri okurdu Dağlarca. Abdullah’ın gazeteciliği devreye girerdi hemen: “Fazıl Amca bunu sizin son şiiriniz olarak yayımlayalım Zaman’da,” diye başlar, ardından da haber değeri olacak güncel konuları açar, kültür-sanat sayfasının bir gününü kurtarırdı.

Abdullah Kılıç gazetecidir.

Bir dost sohbetinden, arkadaş ziyaretinden, telefon görüşmesinden kendisine ödüller getirecek haberlerin kokusunu almakta üstüne yoktur.

Birlikte kotardığımız ilk haber sanırım bir Cüneyt Arkın söyleşisiydi. 1995 yılı sonbaharı olmalı… Beş altı yıllık muhabirlik deneyiminden sonra tutkuyla bağlanacağım foto muhabirliği tercihimi yapmış, Zaman’da işe başlamıştım. O da tarih eğitiminden sonra gazetecilikte karar kılmıştı. Her nasılsa Arkın’ın Levent semtindeki evine erken gitmiştik. Randevuyu beklediğimiz o bir saatte kırk yıllık arkadaş gibi olmuştuk.

Nasıl yapardı bilmiyorum, Abdullah tanıştığı herkesle hemen dost olurdu. Bir yazar, şair, siyasetçi fark etmezdi. Hemen kendini kabul ettirir, güven veren kişiliği sayesinde kalıcı dostluklar kurardı; Muazzez Ersoy, Şükriye Tutkun, Selim İleri… Kimler, kimler…

Kalan Müzik’e uğrardık ara sıra. Yaramaz bir çocuk gibi Hasan Saltık’ın masasının çekmecelerini karıştırır, “Moruk sende vardır bir şeyler, bakalım nereye sıkışmış” diye takılırdı. Bir yandan Türkiye’nin gönül hafızasının yeniden neşvünema bulduğu günlerdi, bir yandan da ülke karanlık bir dönemden geçiyordu. 28 Şubat’ın en celalli zamanları… Fakat postmodern darbenin generalleri bile dokunamazdı Hasan Saltık’a. Zeki Müren’den Hisarlı Ahmet’e, Talip Özkan’dan Grup Yorum’a kadar şahane albümler yayımlıyordu Kalan Müzik. Zaman’dan ayrılıp Milliyet’e geçtiğim günlerdi. “Acayip güzel haberim var Selocum” dedi bir gün Abdullah, “Neşet Ertaş Almanya’dan Türkiye’ye dönüyormuş, ilk geniş röportajını bize verecek. Bizim Moruk’tan (Hasan Saltık) söz aldık.”

Babamın yaz tatilinde Almanya’dan Philips teyplerin içinde getirdiği ve döne döne dinlediğim yanık sesin sahibi Ertaş’la yüz yüze görüşme fırsatımız olacaktı. Bozkırın Tezene’si kavruk yüzüyle Laleli’deki otelin lobisinde bizi bekliyordu. Tadına doyulmaz bir sohbet oldu. Kılıç yalın üslubuyla sayfalar dolusu bir Neşet Ertaş portresi yazdı. Çektiğim fotoğraflarla birlikte yayın grubumuzun dergisi Aksiyon’un kapağında yer aldı.

Mercan Dede’yi de birlikte keşfetmiştik: Bursa Sönmez İş Sarayı’nın pasajındaki bir plakçıda imza günü vardı. Söyleşimizi yaptık. Alacakaranlıkta fotoğraflarını çektik. Akşam bizde kaldık, annemin hazırladığı nefis yemekleri yedik ve sabah İstanbul’un yolunu tuttuk. Orada Mercan Dede ile bir kez daha buluştuk. Mor saçlarıyla Maçka parkında yürürken herkes garip garip bakıyordu. Roman kadınları ise hayranlığını gizleyemiyordu: “Ay ne güzel saçların var kardeş, nerede boyattın, çok yakışmış.” Abdullah yine kendine pay çıkaracaktı: “Ne varsa Trakya’da var. Bak, Mercan Dede’nin saçlarını hemşerim Romanlar takdir etti sadece!”

Gazeteciliğin büyüsüne kapılmış, sayfaları özenli haber ve fotoğraflarla dolduruyorduk ama bir yandan da sorumluluklarımız artıyordu. Bir gün “Selocum sana güzel bir haberim” var derken ağzı kulaklarındaydı. Hayırdır, demeye kalmadan “Baba oluyorum, baba…” deyiverdi. Abdullah Tokatlıydı ama ruhu Trakyalıydı. Bunda üniversiteyi Edirne’de okumasının ve müstakbel eşine bu şehirde âşık olmasının rolü büyüktü. Kız olursa isimlerini annelerine bırakalım ama ilk çocuğumuz erkek olursa adını “Tuna” koyalım dedi. Ya ikimizin de oğlu olursa! Çare, Rumeli… Biri Tuna, diğeri Arda olacaktı… Sonra Allah ona kız evladı sevgisi de tattırdı ama Tuna’sı yiğit bir delikanlı oldu.

Gelgelelim Abdullah’ı suyun öte yanına geçirmek nasip olmadı. Ben fırsat buldukça kaçardım: Batı Trakya, Selanik, Atina, Üsküp… Soluğu kâh Saraybosna’da alırdım, kâh Belgrat’ta… Abdullah’a Kırklareli, Edirne yeterdi. Birlikte çok memleket havası teneffüs ettik. Sıkça yaptığımız seyahatlerde bir erik veya elma ağacına rastlamayagörsün, hemen durur, sahibinden rica ederdi. Hayatta en büyük zaafı ailesi, mesleği ve iri yeşil eriklerdi.

Zaman’ın üzerinden yine büyük siyasi ve ekonomik baskı olduğu günlerdi, aylarca maaş verilmediği oluyordu. Biz haftalık izinlerimizi biriktiriyor ayda bir üçer beşer günlük Anadolu turlarına çıkıyorduk Abdullah’la. Yaptığımız dosya haberleri ve çektiğimiz fotoğrafları Skylife dergisinde yayımlıyor, evimize öyle ekmek götürebiliyorduk. Ayda en az bir kez yaptığımız bu seyahatlerle Anadolu’yu keşfediyor, o kara günlerde biraz nefes alıyor, biraz da ev ekonomimize katkıda bulunuyorduk. Her seferinde durağımız Kütahya ve rahmetli Sıtkı Usta oluyordu. Anadolu şehirlerinin talihsizliği buydu: İçinden çıkan değerlerin kıymetini bilmek şöyle dursun, hayatı onlara zindan ederlerdi. Olsun, usta pes etmezdi. Birlikte “Kötaya’nın godomanları”nın kulaklarını çınlatırdık! Hisarlı Ahmet türküleri söylerdik. Abdullah’ın direksiyon başında yorgun olduğunu fark ettiğimde yine Uludağ’ın ardından abuk subuk, açık saçık türküler söylerdim. Ne uyku kalırdı ne yorgunluk… İstanbul’a dönüşte tekrarladığımız kanaat hep aynı olurdu: Kütahya’da bir tane akıllı adam var, ona da Deli Sıtkı diyorlar…

Beni Milliyet’te yoğun bir iş temposu beklediği için ona eşlik edemedim ama Abdullah daha sonra birlikte tanıdığımız insanlara ve ustalara yenilerini de ekleyerek “Anadolu’nun İnsan Hazineleri” adıyla geniş ve çok önemli bir belgesel serisi yaptı. İyi bir gazetecilik kariyerinden sonra bir ayağı da artık televizyonculuktaydı.

Birçok önemli habere ve manşete imza atmıştı Abdullah Kılıç ama herhalde en önemlisi Menderes’i idama götüren sürecin belge ve fotoğraflarını yayımladığı yazı dizisiydi. Elbette “Abdülaziz’in Kanlı Gömleği” manşeti de unutulmaz. İri cüsseli Osmanlı padişahının bir avuç serseri tarafından boğdurulduğunda giydiği gömleği bulmuş ve kendi deyişiyle gazetenin manşetine ‘çakmıştı’. Adnan Menderes’le ilgili ilk kez yayımlanan belge ve fotoğraflarla daha sonra Gezi Parkı’ndaki Sanat Galerisinde özenli bir sergi hazırlamıştık.

Abdullah Kılıç gazetecilik söz konusu oldu mu duygusallığı bir yana bırakırdı. Mahalle ne der, düşünmezdi. Üstat Necip Fazıl’ın zaaflarını yazmaktan çekinmedi mesela. Menderes’ten tehditle karışık yardım istediği haberi de büyük ses getirdi.

Sahası gereği en çok kültür bakanları ile yüz yüze geldi. Bahattin Yücel’den Atilla Koç’a, Ertuğrul Günay’a kadar farklı isimlerle muhatap oldu. Yeri geldiğinde tanışıklığını ve dostluğunu bir kenara bırakıp ‘çakmak’tan geri kalmadı. Allah var, istisnalar hariç, çoğu bu haberleri olgunlukla karşıladı. Abdullah’ın haksız ithamlarla suçlandığı bu süreçte Ertuğrul Günay ona ve bütün gazetecilere sahip çıktı. Fakat Turkcell Yönetim Kurulu üyesi Atilla Koç’tan cılız da olsa tepki gelmedi. Çünkü ne zaman İstanbul’a gelse bir telefonla Abdullah’a ulaşırdı. Bakan Bey özellikle Edirne’ye, Trakya’ya gidecekse kendisine Abdullah’ın eşlik etmesini isterdi. Sen buraların hem tarihini, hem coğrafyasını biliyorsun, diye makam arabasına davet ederdi. Oysa şimdi konuşma zamanı…

Abdullah Kılıç ilkgençlik günlerinde sırtında battaniye ile Fenerbahçe stadının kapısında sabahlayan bir fanatik olsa da gerçek bir İstanbul beyefendisiydi. Bunca yıllık tanışıklığımda bir gün bile tıraşsız görmedim. Gazetede Cafer Usta’nın o harikulade yemekleri bile onu sağlıklı beslenme disiplininden vazgeçiremezdi. Varsa sebze yemeği, bol salata, belki meyve… Her zaman şık ve kibardı. En büyük keyiflerinden biri yemeklerden sonra tüttürdüğü Marlboro’suydu. Fakat cebinde taşıdığı mini Rebul kolonyasının kokusu her zaman baskın çıkardı.

Abdullah Kılıç’ı erik ağaçlarının çiçeğe durduğu bahar günlerinde özgür görmek mümkün olmadı. Umarım iri yeşil erikler olgunlaşmadan sevdiklerinin yanında olur.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com