Hrant Dink ya da Anadolulu bir aziz

TUNCAY OPÇİN 17 Aralık 2017 GÖRÜŞ

Biyografi ya da mikro tarih dergisi, uzun süredir düşündüğüm bir projeydi. Alev Alatlı 1980’lerin sonunda, “Orda Kimse Yok mu?” başlığıyla, dört ciltlik nehir roman yayınlamıştı. Serinin ilk kitabı “Viva La Muerte-Yaşasın Ölüm” adını taşıyordu. Orada, birbirinden ilginç akrabalık bağlarının anlatıldığı bir bölüm vardı. Bu konu çok ilgimi çekmiş, uzun süre üzerinde düşünmüş, kafa yormuştum.

Aslında bu konulara ilgim çok daha önceden başlamıştı. 1980’lerin başında “Yesevizade” adıyla kitaplar yayınlayan biri vardı. Onun kitaplarında Masonlukla ilgili bilgiler veriliyordu. Daha sonra M. Ertuğrul Düzdağ’ın, “Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler” adında bir kitabını okumuştum. Bu arada Sabetaycılıkla ilgili birkaç yayın elime geçmişti ve bunları da elden geçirmiştim. Alev Alatlı’nın yazdıkları ise, bu konulara ilgimin kamçılanmasına neden olmuştu.

1990’ların ortalarından itibaren Türkiye’de Sabetaycılık tartışmaları başlamış, Ilgaz Zorlu yazmış olduğu bir kitapla bu tartışmaları ateşlemişti. Ancak yazılıp çizilenler, sıcak gündeme malzeme yetiştirmekten öteye gitmiyordu. Türkiye 28 Şubat Süreci’ni yaşıyordu ve Sabetaycılık bu dönemde, sürecin ünlü ismi Çevik Bir’i yıpratmak için kullanılıyordu. Tabii bir de Mustafa Kemal Atatürk’e yeni bir ırkî köken hazırlanıyor ve buna üstü örtülü göndermeler yapılıyordu. Hiç kimse Atatürk’ü direkt hedef alamadığı için, ya öğretmeni Şemsi Efendi üzerinden ya da karısı Latife Hanım’dan yola çıkarak, tartışmaya dahil etmeye çalışıyorlardı.

Ben, hem bu yayınları hem de konuyla uzaktan yakından ilgili bütün kitapları uzunca bir süredir topluyordum. Bu sayede hatırı sayılır bir kitabım ve bilgi birikimim olmuştu. Bir ara Aksiyon’da da dosya hazırlamış, “Cumhuriyet Hanedanları” başlığıyla yayınlamıştık. Akrabalık bağlarının nerelere kadar ulaştığını okura göstermek istiyorduk.

Benzer bir çalışmayı, yazar Mahmut Çetin de yürütüyordu ve konuyla ilgili ilk kitabını “Boğaz’daki Aşiret” adıyla yayınlamıştı. Kitap üslup açısından eleştirilse de müthiş bilgiler içeriyordu. Aynı şekilde, Münevver Ayaşlı’nın hatıraları da mümbit bir kaynaktı. Araştırmacı ve iyi bir okur için bu çalışmalar hazine değerindeydi.

1990’ların ortalarından itibaren okumalarım; hatıralar, biyografiler, tarikatlar, Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşları üzerine yoğunlaşmıştı. Neredeyse hiç sektirmeden ölüm ilanlarını takip ediyor, buradan birtakım bağlantılar bulmaya çalışıyordum. Bu anlamda kendimi, biyografi dergisi çıkarmak için yeterli görüyordum.

Dergiyi üç ayda bir çıkarmaya karar vermiş, adını da “Chronicle” koymuştuk. Türkiye’de ideolojik bölünmüşlük kelimelere, dile fazlasıyla yansımıştı. Bu tartışmaların dışında kalabilmek için İngilizce bir isim tercih etmiştik. Chronicle, üç ayda bir yayımlanacaktı ve soğukkanlı bir dille yayın yapacaktık.

MEVLANZADE RIFAT UYANDIRDI

Türkiye’de pek çok dergi ve bir o kadar da yayın kurulu vardı. Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla bu yayın kurulları şöhretli isimlerden oluşsa da dergiye herhangi bir katkı sağlamıyor, sadece eş dost hatırına isimlerini kullandırtıyorlardı. Ben, derginin bir yayın kurulu olması gerektiğine kesinlikle inanıyordum. Ancak bu kurul, mutlaka dergiye katkı sağlayan isimlerden oluşmalıydı. O yüzden, daha sonra yazılarını Chronicle’da sık sık göreceğimiz isimleri yayın kuruluna almaya karar verdim.

Derginin üç de sabit yazarı olacaktı; Nermin Bezmen, Ümit Bayazoğlu ve Cem Yavuz. Hedefim İngilizlerin “beş çayı” dergileri gibi bir dergi hazırlamaktı. Okurun bir defada bitiremeyeceği bir dergi yapmayı planlıyordum. Bunun için de üslup sahibi kalemlere, yazarlara ihtiyacım vardı ki kısa sürede böyle bir kadroyu oluşturmayı başardım. Ümit Bayazoğlu, Pelin Özer, Melda Davran, Ali Can Sekmeç, Banu Bölen, Mehmet Ali Eren gibi basının tecrübeli isimleri derginin yayın kurulunu oluşturdu. Bu isimlere daha sonra, Defne Asal, Ahu Erkıvanç, Metin Okutan, Handan Yalvaç ve Teyfur Erdoğdu da katılacaktı.

Chronicle, ilk sayısından itibaren okurda karşılığını bulan, takip edilen bir dergi oldu. Ben de dergi sayesinde daha önce tanışmayı çok istediğim halde, bir türlü fırsat bulup tanışamadığım, görüşemediğim kişilerle tanışma imkânı buldum ki, bunların en başında Hrant Dink geliyordu.

Agos’u kurulduğu ilk günden itibaren takip etmeye çalışıyordum. Gazetenin yayın hayatına başlaması münasebetiyle Ahırkapı, Armada Otel’de hazırlanan açılış kokteyline katılmış, orada Agos’u hazırlayan ekiple ve Hrant Dink’le ayaküstü tanışma imkânına sahip olmuştum. Ancak birebir, uzun boylu konuşma şansım hiç olmamıştı.

Ermeni Cemaati’nden görüştüğüm, tanıştığım ilk kişi Kevork Pamukciyan’dı. Bu konuyu daha önce Kronos’taki yazılarımda anlatmıştım. Pamukciyan, tarihçi, yazar ve araştırmacı sıfatlarıyla anabileceğimiz müthiş bir isimdi. Yazılarını “Tarih ve Toplum” dergisinden takip ediyordum ve Aksiyon’da çalıştığım günlerde Kumkapı’daki Ermeni Patrikhanesi’ne gidip tanışmıştım. Birkaç kez görüşmüş, Ermenice çalışmaya da başlamıştım. Bir müddet sonra Pamukciyan hastalandı. Vefatında da Patrikhane’de yapılan tören ve ayine katılmış, bu büyük insana tarihe yaptığı hizmetlerden dolayı gönül borcumu ödemeye çalışmıştım.

Ermeniler konusunda “insanî” bir noktaya gelmemi ise, 1990’da tanıştığım Mehmet Şevket Eygi sağlamıştı. Eygi, Mevlanzâde Rıfat’ın “Türkiye İnkılâbının İçyüzü” kitabının fotokopilerini vermiş ve tercüme etmemi istemişti. Kitabı Arap harflerinden Latin harflerine çevirirken, Mevlanazâde’nin Teşkilât-ı Mahsusa ve Ermeniler konusunda yazdıkları hem ilgimi çekmiş hem de içimi acıtmıştı. Bunun üzerine, kitap okumalarımı bu konuya ayırdım. Okuduğum eserlerde edindiğim bilgiler, Mevlanazâde Rıfat’ın anlattıklarını doğruluyordu.

Aile tarihlerini çalışırken, Nermidil Erner Binark’ın kitabına rast gelmiş, Şakir Paşa Ailesi’nin bu zarif üyesinin anılarını bir çırpıda bitirmiştim. Binark kitabında, annesinin dilinden göç yollarında Ermenilerin nasıl büyük acılar çektiğini, birkaç satırda büyük bir samimiyetle anlatmıştı. Sonrasında Belge Yayınları’nın bastığı kitaplar, dinlediğim şahsi öyküler, karşılaştığım tanıklıklar, Ermeniler konusunda resmi tarih tezinin tamamen yanlış olduğu düşüncesine sevk etti.

Chronicle’da bu konuları da işlemek istiyordum. Ancak ilk başlarda, özellikle milliyetçiler ve ulusalcılar tarafından derginin kategorize edilmesini arzu etmiyordum. Fakat Belge Yayınları’ndan çıkan bir kitap, “Çığlık”, benim merakımı kamçıladı. Çığlık’la ilgili Agos’ta önemli bir yazı yayınlanmıştı. Romanın kahramanlarından bir tanesi çıkmış, olan biteni bütün çıplaklığıyla anlatmıştı. Türkiye’de “Gizli Ermeniler” konusu henüz yeni tartışılmaya başlamıştı. Chronicle, bu tartışmaya doğru bir dille ve soğukkanlılıkla katılmalıydı. Bu yüzden Çığlık’ın önemli kahramanlarından Orhan Bakır’ın, yani Ohannes Bakırcıyan’ın hayatını yayınlamaya karar verdim.

Orhan Bakır’la ilgili yaptığım ilk taramada, karşıma hemen Hrant Dink çıktı. Ben de en doğru kaynağı bulmanın güvencesiyle, Agos’tan Hrant Dink’e ulaştım. Bir kaç hafta sonra Agos’taki odasında Dink’le uzunca bir söyleşi gerçekleştirdim. Dink, bana göre samimiyet abidesiydi ve bütün doğallığıyla insanı sarıp sarmalayan bir kişiydi. Arkadaşını anlatırken, zaman zaman ağladığı oldu. “Benim bir sevdiceğim vardı. Onu bırakıp gidemedim” sözleriyle, farklı bir mücadele metodunu tercih edişini gerekçelendiriyordu.

HRANT DİNK’LE SON RÖPORTAJ

Hrant Dink’le konuyla ilgili üç defa görüştüğümü hatırlıyorum. Sohbetler sırasında Anadolu’da kalmış Ermenileri keşfetmek için neler yaptıklarını, bu iş için “Şnork Patrik” dediği, Şnork Kalustyan’ın çabalarını anlatmıştı. Ben de Kalustyan’ın hikâyesini de çalışabileceğimizi söylemiştim. Ancak Hrant Dink, o dönemde çok sık yurtdışına gidip geliyordu; bir türlü fırsat bulup görüşemedik.

Orhan Bakır’ın hikâyesi yayımlandığında büyük ilgi gördü ve pek çok internet sitesi tarafından alıntılandı. Ortaya çıkan yazıdan Hrant Dink de memnun kalmıştı ve bu nedenle dergiye telefon açmıştı. 301’den yargılanan bütün gazetecilere yardımcı olunması gerektiğini düşünüyor, bildiğim ve gözden kaçan isimler varsa verebileceğimi söylüyordu.

Agos, benim için bilinmeyen bir dünyaya açılan bir pencereydi. Bütün sayılarını özenle takip ediyor, mümkün mertebe arşivlemeye çalışıyordum. Besse Kabak, Fethiye Çetin, Kristin Saleri, Aliye Alt gibi isimleri hep Agos’tan bulup çıkarmış, dergi sayfalarına taşımıştım. Bu konuları işlerken de “devlet dili”ni kullanmayı reddediyordum. Derginin hiçbir sayısında, 1915’te yaşanan olaylar için “Tehcir” sözcüğünü kullanmadık ve bunun yerine “Büyük Trajedi”yi tercih ettik.

Bu arada Chronicle gibi bir dergi için, Agos’un okur kitlesine ulaşmanın önemli olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle grafikerimizden Agos’ta yayımlanmak üzere reklam hazırlamasını istedim. Ancak tam da o günlerde yaptığım bir görüşme, bu isteğimin hayata geçirilmesini engelledi.

Aktif gazetecilik yapmıyordum ama, haber kaynaklarımla da görüşmeyi ihmal etmiyordum. Neticede Chronicle bir ara duraktı ve buradan emekli olma ihtimalim yoktu. Ben de bu nedenle güvendiğim isimlerle görüşüyor, bilgilerimi tazeliyor, günlük olayları dikkatle takip etmeye çalışıyordum. Yine bu görüşmelerimin birinde, dergiden konuşurken, söz dönüp-dolaşıp Agos’a geldi. Ben reklam vereceğimi söyleyince, hiç ummadığım bir tepkiyle karşılaştım: “Agos’a reklam verirsen, seni koruyamayız.”

İlk defa bir haber kaynağımdan böylesi bir tepki almıştım. Öncelikle “birileri” tarafından korunduğumun farkında değildim. Gerçi gelen telefonlardan, abonelik isteklerinden, derginin özellikle Ulusalcılar tarafından çok yakından takip edildiğini biliyordum. Ama, işin can güvenliğine dayanan bir tehdit boyutuna varacağını hiçbir zaman düşünmemiştim.

Bundan çok daha önemli olan, Agos’a biçilen roldü. Bana göre, Agos çok güzel ve renkli bir yayındı. Türkiye’de sesi soluğu duyulmayan bir kesimi kamuoyunun gündemine taşıyordu ve bu bağlamda çok değerliydi. Gerçi Ulusalcıların hedefi olmuştu, ama yine de “koruma” sözcüğü ve çağrışımları, insanda ürküntü uyandırıyordu.

Bu uyarı üzerine, reklam vermeyi rafa kaldırdım. Ancak yine de Agos’a abone oldum. Bu haber kaynağımın ne dediğini yıllar sonra, Kafes Eylem Planı ortaya çıkınca anlayacaktım. Ordu içinden bir grubun hazırladığı eylem planında, Agos abonelerinin tek tek fişlendiği anlaşılmıştı. Bana “seni koruyamayız” diyen kaynağımla, Kafes Eylem Planı yayınlandıktan sonra acilen görüşmek istemiş, konuyu açmıştım. Onun verdiği cevap benim için sürpriz olmuştu: “Bazı şeylerin hazırlandığını tahmin edebiliyoruz, ama ne olduğunu birebir bilmiyoruz. Çünkü hazırlayan grubun içinde değiliz. Sadece, bazı kişilerin yaptığı araştırmaların nereye gidebileceğini tahmin ediyoruz” demişti.

İLK BİLGİLER GÜLER’DEN

Chronicle’da, demokrat kimliğiyle bilinen aydınları da sayfalarımıza taşıyor, karınca kararınca destek olmaya çalışıyorduk. Bu çerçevede Ragıp Zarakolu, Mehmet Altan ve Ali Bayramoğlu’yla Defne Asal söyleşiler hazırlamıştı. Ragıp Zarakolu’na dikkatimi ilk çeken, Alev Er’in gazetem.net’te kaleme aldığı bir yazı olmuştu. Zarakolu soyadını, 1990’larda insan hakları aktivisti Ayşe Zarakolu’dan dolayı iyi biliyordum. Er’in yazısı, merakımı kamçılamış, bir gün elime imkan geçerse, iyi bir biyografisini hazırlamayı planlamıştım. Yıllar sonra bu niyetim gerçekleşmiş, Chronicle’da Ragıp Zarakolu’na ve Belge Yayınları’na on sayfa ayırmıştık.

Bu isimlerle yapılan röportajlar bir dizi olarak devam ediyordu ve Şubat 2007’deki sayımız için de sırada Hrant Dink vardı. Röportajı, o sırada bir yayınevinde yönetici olarak çalışan Defne Asal yapacaktı. 17 Ocak 2007’de Defne Asal röportajı yaptı ve fotoğraf çekimleri için de, ayın 20 ya da 21’ne randevu almıştı. Hrant Dink’in fotoğraflarını, Eren Aytuğ çekecekti.

19 Ocak’ta, öğle saatlerinde Defne Asal’la görüşmüş, röportajı plana yerleştirmiştim. On sayfa yer ayıracak, güzel bir Hrant Dink biyografisi yayınlayacaktık. Yine Asal’ın önerisiyle, Dink’in mahkemelerde devam eden davalarını takip edip, ilk duruşmasına gitmeye karar vermiştik. Dink, o günlerde yalnız bırakıldığından yakınmış, biz de küçük de olsa destek vermeyi planlamıştık.

Ben Chronicle’ın bürosunda yeni sayının yazı ve fotoğraflarıyla uğraşırken, telefonum çaldı. Arayan Alev Er’di. Benim “Alev Abi” dediğim Er, o tarihlerde Star’ın yayın yönetmenliği görevini sürdürüyordu ve Defne Asal’ın eşiydi. Alev Abi, Hrant Dink’le röportaj yaptığımızı biliyordu ve vurulduğunu haber vermek için aramıştı. Chronicle’ın Hrant Dink’le yaptığı röportaj da ertesi gün, “Yetişemedik Kardeşim” başlığıyla Star’ın manşeti olmuştu.

Dink Cinayeti, işlendiği günden itibaren manipüle edilmeye çalışılmıştı. Cinayet haberini alır almaz, soluğu Agos’un önünde almıştım ve hemen Ankara’daki haber kaynaklarıma ulaşmaya çalışmıştım. Hanefi Avcı o tarihlerde Edirne’deydi ama onun yanında görev yapan E.S. Ankara’daydı. E.S. ile görüşerek cinayetle ilgili düşüncelerini öğrenmek istedim. Hafta sonu İstanbul’a gelecekti ve yüzyüze görüşmenin çok daha iyi olacağını söyledi. Ben de merakla hafta sonunu bekledim.

E.S.’le Taksim’de buluşmuş, İstiklâl’de Kaktüs’de oturmuştuk. Kısa bir süre sonra yakın arkadaşı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler aradı ve Yeşilköy’de randevulaştılar. Ben de E.S. ile birlikte Yeşilköy’e gittim. Güler, hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylüyordu. Bütün suç Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nündü. E.S. bu bilgiyi aldıktan sonra, oldukça geniş olduğunu bildiğim gazeteci ağını harekete geçirmiş ve konuyla ilgili arayanlara, Güler’in verdiği bilgileri iletmişti.

Hanefi Avcı da olayı “Yalnız Kurt” teorisiyle açıklamayı tercih ediyordu. Bir oda ısıtılırsa, o odadakiler doğal olarak ceketlerini çıkartırlardı. Türkiye’de de Ulusalcılık kışkırtılmış, sonucunda da tasvip edilmesi mümkün olmayan böyle bir cinayet işlenmişti. Edirne’den örnek veriyor ve şehrin her tarafına dikilen bayrak direkleriyle milliyetçiliğin kışkırtıldığını söylüyordu.

Hrant Dink, hiç tartışmasız Ermenileri kamuoyuna taşıyan isimdi. Agos, Türkçe yayın yapan, ama Ermenileri, Ermenilerin kültürünü, sorunlarını gündemimize getiren bir gazeteydi. Dink de sıcak ve samimi insan ilişkileriyle, bu köklü ve acılı milletin gayrıresmi sözcüsü gibi olmuştu. Bu anlamda hepimiz için çok kıymetli bir isimdi. Ne yazık ki yargılamasını devlet içi çekişmelerin kördüğüme dönüştürdüğü bir cinayete kurban gitti. Dileyelim ki görülmekte olan dava gerçek suçluların ortaya çıkmasını sağlasın.

(Bu yazı yayınlanma şansı bulamayan son kitabım, Bavul için kaleme alındı. Üzerinde ufak değişiklikler yaparak Kronos’ta okurla buluşmasını istedim.)

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com