İslam krizde mi?

KRONOS 01 Ekim 2017 GÖRÜŞ

Muhammet Mertek yazdı…

Savaş ve çatışmalar tarihsel süreçte sadece kayıp ve yıkım getirmedi. Büyük değişim ve gelişimlerin tetikleyicisi de oldu. Müslümanların talihsizliği fetihlere yoğunlaşıp barış zamanlarında bilimsel, felsefi ve kültürel alanlarda kendini yenileyememesi.

Michael Blume’nin piyasaya yeni çıkan İslam Krizde – Radikalleşme Ve Sessizce Geri Çekilme Arasında Bir Dünya Dini (Patmos Verlag) kitabını bu açıdan önemsiyorum.

İslam’ın krizde olması tartışmaları yeni değil. Haricilerin sahneye çıktığı ilk dönemlerde siyasal, 9. ve 10. yüzyıllarda felsefî, ki İmam Gazali, İmam Maturidî ve İmam Eş’arî gibi alimlerin sayesinde aşıldığı görülüyor, son birkaç yüz yıldır ise sosyokültürel bir krizden söz edilebilir.

Müslümanlar, İslamiyetin ilk bin yıllık tarihi içinde muhatap oldukları varoluşsal krizlerin üstesinden bir ölçüde gelebildi. Çünkü o dönemlerdeki toplumların yapılarına göre hemen her konuda daha gelişmiş ve dinamik değerlere sahiplerdi. Ancak Osmanlı Devleti 16. yüzyılda en ihtişamlı dönemini yaşasa da zamanın bilimsel ve teknolojik gelişmelerine ve reform hareketlerine kulak tıkamasının bedelini, hem de ağır biçimde 200 yıl sonra ödemeye başladı. Blume, kitabında 1800 yılında okuma yazma oranının yüzde 2-3’lerde olduğunu yazıyor. Ve Müslümanlardaki krizin sebebini de 1485’teki kitap basma yasağına kadar götürüyor.

Avrupa’da da savaşların ardı arkası kesilmedi. 30 yıl, 7 yıl süren savaşlar nesiller boyu devam etti. Geçen yüzyıldaki iki dünya savaşı bile vahşetin boyutunu ortaya koyuyor. Burada Avrupa bir noktada bizden ayrılıyor: Savaş ve krizlerle birlikte Rönesans, matbaanın icadı ve yaygınlaşması, Reform, Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi gibi gelişmeleri de yaşadı. Müslüman dünya ise bu gelişmeleri iyi okuyup kendini yenileme becerisini gösteremedi, hâlâ da gösteremiyor.

İnsanlık tarihinde yazının bulunmasından sonra en önemli gelişmelerden sayılan sadece matbaa örneğine bir bakalım; ki Blume, matbaanın Avrupa’da oynadığı rolü, Osmanlıların ise karşı duruşunu ve kitap yasağını ilginç gerekçelerle anlatıyor: “Sultanın ve ona bağlı ulemanın bu garip makineye karşı önemli itirazları vardı. Kur’ân’ın kitap olarak yazılmasından beri özenle yazmak ve Arapça yazıları sesli okumak uzun yıllar eğitim gerektiren kutsal işlerdi. Ayrıca önemli hadiseler ve haberler sözlü olarak anlatılıyordu ve her köyde sözüne itimat edilen muteber bilge insanlar vardı. Metinlerin yığınla basılıp çoğaltılması, bütün bu önemli kişi ve kurumların değerini azaltır, İslam’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başarılı dayanaklarını tehdit eder miydi? Eğer yazılı eserler yığınla piyasaya çıkarsa, kim bunların içeriğini kontrol edecek, yanlış ve hatta tehlikeli metinleri engelleyebilecekti? Kendini gösteren yeni bir dünya imparatorluğu böylesi olumsuz gelişmelerin kapısını niçin aralasın ki? Böylece Sultan Beyazıt 1485’lerde dünya tarihindeki en korkunç yanlış kararlardan birini verdi, kendinden sonra gelen 1. Selim ise 1515’te bu kararı destekleyip bütün İslam dünyasına yaydı: Arapça metinlerin basım yasağı, ki bu ölüm cezasıyla eşdeğerde bir suç olarak görülüyordu.” (s. 55-56)

İnsanlığın geldiği ilerlemeci tecrübelerden kaçmak mümkün mü? Osmanlılar kaçmayı denemiş, ama bedeli ağır oldu. Bu, interneti kontrol edemeyiz diye yasaklamak gibi gerici bir yaklaşımdan başka bir şey değildi.

Aslında son kriz, Avrupa’nın yaşadığı benzer süreçlerden geçmemenin de bir sonucu. Maalesef toplumlar büyük felaketler yaşamadan akıllanmıyor. Ne tuhaftır ki tarihi tecrübelerden de ders çıkarmıyor.

Blume’nin kitabında sıraladığı, İslamiyet’in radikalleşme ve geri çekilme arasında derin bir krizin içine düşmesinin sebeplerini bu perspektiflerde aramak gerekir.

Mesela daha kitabın ilk sayfalarındaki kavramsal anlatım bile 1400 yıldır çözülemeyen krizin siyasi/felsefi boyutunu gösteriyor: Mürted (Abgefallene), Bid’a (Neuerung), Tekfir (Beschuldigung anderer Muslime, vom Islam abgefallen zu sein), Mürtedler (Abtrünnige), Küffar (Unglaubige), Tagut (Ausdruck des Bösen), Dar ul-küfr (Haus des Unglaubens). İslam, hâlâ bu kavramlar ağındaki tartışmaların esiri.

Elbette radikalleşmenin sömürgeci güçlerin işlediği cürümlerle birlikte sosyal ve ekonomik değişik ana sebepleri var. Ama ne olursa olsun, sonuçta Müslüman toplulukların üstesinden gelmesi gereken problemlerle karşı karşıyayız.

Aslında ilk dönemlerden günümüze akseden radikalleşme eğilimlerinin sebepleri hep aynı: Cehalet, fakirlik ve korku. Bu yüzden Blume’nin krizden kurtulmanın merkezine eğitimi yerleştirmesi oldukça isabetli. Fakat bu eğitim, bir devlet politikası haline gelirse sosyal ve siyasi hayata yansıyabiliyor, kalıcı oluyor. Ayrıca Avrupa’nın büyük bedeller ödeyerek sahip olduğu demokratik prensipler, hukuk devleti, insan hakları, evrensel etik ve çoğulculuk gibi değerlerden istifade etmeden de bu krizden çıkmak zor görünüyor.

Michael Blume, İslam’ın maruz kaldığı krizi anlatırken eğitimden, sosyal ve kültürel konulara, komplo teorilerinden şiddeti besleyen farklı faktörlere atıfta bulunuyor. Ve İslamiyetin yaşanan bir din olmaktan öte taraftarı olan bir ideolojiye dönüştüğünün altını çiziyor. Sonuç ise gittikçe kan kaybetmesi. Zaten dinden veya İslam’dan soğumanın arkasında da radikalleşme yatıyor. Bunlar birbirini besliyor.

Aslında Blume, hem İslam’ın kan kaybetmesinin hem de İslamcı radikal grupların kan akıtmasının nedenlerini akıllıca ve iyi niyetle tek tek ortaya koyuyor. En azından üzerinde düşünülesi noktalar olarak tartışmaya açıyor. Sadece bu açıdan bile tebrik edilmeyi hak ediyor.

Anlaşılan o ki, İslam’ın güçlü değerlere sahip olması tek başına yetmiyor. Bu dinin müntesibi Müslümanlar son 400 yıldır Avrupa’da gelişen bilimsel, teknik, sosyal ve siyasal gelişmeleri göz ardı ederek, geleneksel Müslümanlık anlayışlarıyla problemlerin üstesinden gelebileceklerine inandılar, ama fena halde yanıldılar. Avrupa’nın yaşadığı büyük felaketleri yaşamadan krizlerden kurtulmak isteniyorsa, insanlığa ait bu tecrübelerden istifade etme zorunluluğu ortada. Artık samimi Müslümanların bunca krizden sonra olayları iyi okuyup gerekli dersleri çıkararak, barış adına dünyaya artı değer kazandıracaklarını umuyoruz.

Bir hadis-i şerifte “İslam, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip mü’minlere!” deniyor. (Müslim)

“Ne mutlu o gariplere!” cümlesi bir müjde içeriyor. Gariplik, halinden dilinden pek anlaşılmayan, değeri bilinmeyen demek. “Günün birinde” sözü ise herkese kendi yaşadığı zaman dilimini düşündürebilir. Ama başından günümüze kadar gelen tarihi seyir içinde İslam, birçok kez garip kalan bir din. Müslümanların bilhassa orta çağda ilim ve medeniyette öne çıkması bu garipliği pek hissettirmedi. Endülüs, Semerkant, Bağdat merkezli medeniyet ve yüzyıllarca süren Balkanlardaki barış atmosferi Müslümanların sevap hanesine yazılabilir.

Şimdilerde de garip kalan İslamı duçar olduğu krizden çıkarmanın yolu, garip kalan Müslümanların onu aşırı politize, radikal, tekfirci, şiddeti ve nefreti yöntem olarak kullanan grupların elinden kurtarıp evrensel değerlerle birlikte yeniden ihyasından geçiyor.

 

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com