Londra’da yaşlanma sanatı

KRONOS 18 Şubat 2017 YAŞAM

AYTEN DENİZ

“Herşey çok güzel ama özgürlük bambaşka bir şey.” diyor yetmiş yaşındaki, alzaymır hastası Juan. İngiltere’de yalnız başına kalan orta halli pek çok yaşlı insanın kaderi gibi hayatının en zor dönemlerini yaşıyor.

Juan, Elizabeth ve Ingu üç arkadaşlardı. Elizabet artistti. İnce uzun ve aşırı zayıftı. Hastalıktan derileri dökülüyordu. Juan’dan genç olmasına rağmen beden olarak çok yaşlı gösteriyordu. Belki de son demlerindeydi. İngiltere’de yaşlı ve yalnız olmak bir trajedidir kimsesi olmayanlar için. Bir tek evlat sahibi olan Alman asıllı Ingu’ydu.

Almanya’da doğmuş, Fransa’da büyümüş, İngiltere’de evlenmişti. Aşırı kiloluydu. Merdivenleri çıkamıyordu. Arkadaşlarıyla kırk yılda bir buluşmuş, hastaneden zoraki izin alarak Juan’nın evine gelmişlerdi. Bir oğlu vardı. Ancak yeni yılda annesini ziyarete gelemiyordu. Köpeğini yalnız bırakamıyormuş. Elizabet’in ise hayatta hiç kimsesi yokmuş. Yapayalnızdı. Bir zamanlar gerçek Titanik’te garson olarak çalışmış. Orada et ve balık ürünlerinden soğumuş ve vegan olmaya karar vermiş. Zaten çok fazla yemek yiyemiyordu. O da yalnızdı. Ama bir kedisi vardı. Onu çok seviyordu. Hatta yaşama nedeni kedisiymiş. “Ben olmazsam kedime kim bakar, ona bakmak için yaşamak istiyorum” diyordu. İçlerinde en sağlığlıklı güçlü kuvvetli görüneni Juan’dı. Ancak o da alzaymır hastasıydı. Her an ambulans çağırabilecek gibi alestaydı. Saat yoktu kolunda ama boynunda, ne zaman dışarıya çıksa, işaret parmağının altındaki alarm düğmesi vardı. Eli düğmenin üzerinde durur, hiçbir yerde oyalanmazdı. Dul kadın, elinde pazar çantası, sokakta iki eli yüreğinde, hafızası kaybolur endişesiyle telaşla yürürdü.

İngiltere’de caddelerde, sokaklarda tekerlekli pazar arabasını süren ya da pazar poşetleriyle alışverişini yapan yalnız ve yaşlı insanları görmek özellikle herkesin aileleriyle birlikte olduğu özel günlerde buna şahit olmak oldukça hüzünlüdür, duruma yabancıysanız. Zira, insanlar bu duruma alışmış ve bunu normal görüyor. Oysaki haberlerde evinde de olsa soğukta donarak ya da evinde tek başına ölenlerin hikayeleri pek de az değil.

Bir zamanlar kıtaları dolaştığı eşi vefat edince Juan yapayalnız kalmıştı, hiç çocukları da olmamıştı. Eşi vefat edeli çok uzun zaman olmuştu. Eşinin hatıralarına sahip çıkmış hiç evlenmemişti. Evde hiç bir şeyin yeri değişmemişti. Şimdi yaşlı ve yalnızdı. Hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Her şeye rağmen pes etmemiş, direnmişti.

Alışverişini kendi yapıyor, bilgisayar kullanamadığı için banka işlerini kendi gidip hallediyordu. Hatta sosyal hayatını da renklendirmek için konserelere bile gidiyordu Fairfield Hall kapanana kadar. Belediyenin Fairfield Hall’de halka açık düzenlediği konser saatlerinin yazılı olduğu dergiler masasının üzerinde birikmişti. Artık bakmıyordu. Üzgündü. ‘Fairfield Hall’ün kapanacağını duymuş, kampanya yapılması için tanıdığı gazetecilere kampanya yapmaları için ricada bulunmuştu. Fakat, belediye 1962’den buna yana hizmet veren binayı restore edeceğini söyleyerek şikayetlere böyle cevap vermişti. Juan bu açıklamaya pek tatmin olmamıştı, birbirinden güzel konserler dinlediği anılarının seslendiği konser binasını geri istiyordu. Boş vakitlerinde bahçe dizaynı ve bitkiler üzerine kalın kalın kitaplar okuyor, unutkan hafızasına meydan okuyordu. Ancak artık giderek hafızası zayıflıyordu.

Hafif dalgalı, kısa kestane rengine boyanmış saçlarını taramayı ihmal etmeyen dul kadın, yağmur yağınca başını bir eşarpla kapatır, yaşına rağmen bakımlı olmaya özen gösterirdi. Etek ve ceketleriyle hep nazik, zarif ve eğitimli bir kadın havası verirdi. Oysaki ortaokul bile okuyamamıştı. İkinci dünya savaşından sonra İngiltere’de hayat zorlaşmış, sadece kız kardeşi üniversite bitirebilmişti.

Juan, bu sonbaharda kendisini bekleyen birden fazla talihsiz olayla karşı karşıya kaldı. Yaşadığı sitenin güvenlik problemi olduğundan bihaberdi. Son zamanlarda siteye hırsızlar dadanmıştı. Juan’nın evinin salonuna taş atmışlar ve koskocaman camı kırmışlardı. Yaşlı kadın kıl payı kurtulmuştu. Kimseye zararı dokunmayan yaşlı kadın bu hadiseden çok etkilenmişti. Hafızasının yitirmesi bazen de acılarını ya da korkularını unutmasına vesile oluyordu.

Sağlığı da artık iyice bozulmuştu. Bir kaç hafta önce gece yarısı çıplak ayakla komşularını uyandırmış hastahaneye gitmek için yardım istemişti. Hastahanenin numarasını dahi hatırlayamamış, nereye bakacağını kestirememiş şuurunu yitirivermişti.

Gönüllü olarak yaşlılara hizmet ettiği hastahaneye şimdi hasta olarak gelmişti. Çevresindekilere “beni hatırladınız mı?” diye soruyordu fakat kimse onu hatırlamıyor, fakat onu üzmemek için tanıyormuş gibi yapıyorlardı. Onu gerçekten tanıyan sadece hastahane zamanlarında ortaya çıkan kız kardeşi ve eşi vardı. Belli ki bu hastahane ziyaretleri de onları sıkıyordu.

Geçtiğimiz günlerde bu yaşlı kadın taburcu oldu. Biraz daha toparlanmıştı. Taşınacakmış. Artık rahatsız ettiğini düşündüğü komşularının ne de her seferinde bin minnetle çağırdığı kardeşinin kapısını çalmayacaktı. Evi satılığa çıkarmışlar. Juan da huzur evine gidiyor artık.

Mutlu gibiydi. “Taşınıyorum. Çok güzel bir bina. Yeni yapılmış. İçinde her şey var. Şöyle güzel böyle güzel” diye kısa cümlelerle anlatıyor. Dinlerken onun gerçekten huzurevine mutlu olmaya gittiğini sanırsınız son cümlesine kadar. “Ama orada özgürlük yok ki!” derken gözleri doluyor. Özgürlük, bir İngiliz için hayat demek.

Şimdilerde Juan’nın evi bomboş. Salonun yarı açık perdesinden içeriye bakıp iç çekiyor komşuları. Ne kadar ve yüce gönüllü bir kadındı. Komşusunun çöp kovasının kapının önünde bulunan küçük bahçenin kenarındaki güllerin yapraklarına değmesinden derin üzüntü duymuş, uyarmak için öyle bir uslup kullanmıştı ki, sanki çiçekleri kendisi zarar vermişti. Komşusundan nazik bir dille çiçeğin henüz gelen baharın nefeslerinde, tomurcuk açan gülün yapraklarının incinmesine mani olmuştu. Değil gülün tomurcuğuna yapraklarına bile sevgiyle yaklaşıyordu. Juan, şimdi evini hatırladıkça ne kadar özlüyordur.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com