Turna Semahı ya da İznik’in “Can” Kuşu

TUNCAY OPÇİN 27 Ağustos 2017 PORTRE

Herkesin bildiğini tahmin ettiğim bir anekdottur: Yahya Kemal’e Ankara’nın nesini seversiniz? diye sormuşlar. Şair, “İstanbul’a dönüşünü” diye cevap vermiş. Bunu sorduklarında Anadolu Medeniyetleri Müzesi açılmamış olduğu için, haddim olmayarak Yahya Kemal’i ma’zur görüyorum!

Ankara’ya yolum düştüğünde mutlaka uğradığım yerlerin başında Ankara Kalesi’nin eteklerinde kurulmuş olan müze gelirdi. İkinci sırada ise Meclis’in önünden Çankaya’ya çıkan yolun sonuna yakın bir yerde bulunan Atika gelirdi. Atika, Ankara’nın en güzel sanat galerilerinden birisiydi. İki katlı, zemin dubleksi galeri adından da anlaşılacağı üzere Anadolu’nun kadim sanatlarına kucak açmıştı. Buradaki sergilerde ve galeri koleksiyonunda hem antika eserler hem de yaşayan ustaların çalışmalarını bulmak mümkündü.

Mevsimine göre serin ya da ayaz Ankara sabahlarında, otobüsten iner inmez uğradığım ilk yer Atika olur, yeni gelen eserlere gözatar, ikram edilen çayla içimi ısıtırdım. 2001 Krizi’ne dayanamayıp, kapanan galeri benim en büyük kayıplarımdan birisi olmuştu. Gözümü eğiten, bellleğimi zenginleştiren bu galeri kapandı kapanmasına, ama geride bir çok hatıra ve ölümsüz dostluklar bıraktı.

Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en önemlisi Adil Can’dır. Can’ın adını ilk kez Atika’da duydum, eserlerini de ilk kez orada gördüm, diye hatırlıyorum. Sanırım 22 yıl önceydi ve Can o tarihlerde Neolitik Çağ’a ait seramiklerin imitasyonlarını yapıyordu. Replika eserleri sevmesem de, Can’ın çalışmaları ilgimi çekmiş, eserlerde anlamlandıramadığım bir sıcaklık beni uzun süre meşgul etmişti.

Özgün olmadıklarını düşünerek geçmişi birebir taklit ederek üretilen eserlerden uzak duruyordum. Bu yüzden Adil Can’ın ilk kez karşılaştığım eserlerinden hiç birisini almadım. Ancak bu çalışmalar sıradan kopyaların hiçbirine benzemiyordu ve beni sürekli meşgul ediyordu. Ankara’ya ve Atika’ya her gidişimde, Adil Can’ı soruyor, yeni çalışmaları geldi mi diye, merak ediyordum.

YÜZYILLARI SIRTINDA TAŞIYOR

Can o tarihlerde Bursa-İnegöl’de yaşıyordu ve bir çiftlikte seramik çalışıyordu. Kısa bir zaman sonra Can’ın İznik’e taşındığını öğrendim. Yanında da İstanbul’dan tanıdığım bir güzel sanatlar öğrencisi çalışıyordu. Bu arada Adil Can’ın birbirinden güzel, sgrafitto (kazıma) tekniğiyle seramikler yaptığını duydum. 1999’da da nasip oldu, Adil Can’la tanışma fırsatı buldum.

Can, tahmin ettiğim gibi son derece zarif ve naif bir kişiydi. İznik’te, çarşıya çok yakın bir sokakta atelye açmış, eşi Nursan Can’la birlikte seramik üretiyordu. Tanıdığım bütün seramik sanatçılarından farklı olarak kırmızı toprak üzerine renkli sırla çalışıyordu. Desenlerini pişmiş kırmızı toprağın üzerine kazıyor, sırla renklendiriyordu. O dönemde çalışmaları ağırlıklı olarak sarı renkliydi. Koleksiyonerlerin ifadesiyle “Bizans sarısı” çalışıyordu. Zaten desenleri de İznik’in geçmiş uygarlıklarından Bizans’ın izlerini taşıyordu.

Sonrasında Adil Can’ın turkuvaz Selçuklu çalışmalarını görme şansım oldu. Can, doğuştan yetenekli bir isimdi. Büyük dayısı Abdurrahman Özer, Kütahyalı çinicilerin yakından bildiği bir isimdi. Can, İnegöl’de dedelerinden kalma büyük bir çiftlikte doğmuş, doğayla haşır-neşir olarak büyümüş, büyük dayısından el almış, liseden sonra da okumamıştı. Kuzeni Feridun Oral da, ressam olmuştu.

İnegöl’de çiftlikle uğraşırken, dayısının etkisiyle seramik çalışmaya başlamış, evlendikten sonra ise atelyesini kurmuş, bildiklerini hayata geçirmeye başlamıştı. Adil Can, öncelikle Anadolu’ya hayat veren uygarlıkların çalışmalarını, terracota eserleri birebir yapmayı denemiş, bunda da başarılı olmuştu. Sonra ise sırlı çalışmalara yönelmişti.

Bizans, Selçuklu çalışmalarını Milet işi mavi-beyaz seramikler takip etmiş, bu eserlerdeki ruh kısa bir süre sonra İstanbullu koleksiyonerlerin, iş adamlarının dikkatini çekmişti. Adil Can’ın eserleri önce Anatolian Art Club’da, hemen ardından da Suna-İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde kendisine yer buldu. Can, Pera Müzesi’nde satışa sunulan eserlerinde, 18. Yüzyıl Kütahya Çinileri’nden yola çıkarak desenler üretmiş, aynı renkleri kullanarak irili ufaklı tabaklar yapmıştı. Can’ın bir sonraki durağı ise Çanakkale seramikleri oldu. Artık yapanı kalmayan Çanakkale eserlerinin renk ve sırrını birebir tutturdu ve birbirinden güzel çalışmalara imza attı.

Seramik Adil Can’ın en önemli işi ve uğraşı olsa da, tek ilgi alanı değildi. Fırçası ve kalemi çok güçlü olduğu için, birbirinden güzel tablolar yapıyordu. Ancak bunu hiç bir zaman önplana çıkarmadı ve hem seramik sanatçısı olarak anılmayı istedi. Hikayeciliğinde de kalemi, en az desenlerindeki kadar güçlü kullandığını farketmiştim.

AĞLAYAN KUŞ’TAN TURNALARA

Adil Can, İznik’te yerel bir gazete için hikayeler yazıyordu. Bu hikayelerinde, İznik’li sanatçıları, İznik’te yaşamış Bizanslı, Selçuklu ustalarını anlatıyordu. Ancak, İznik’te Uludağ Üniversitesi’ne bağlı meslek yüksek okulunda görev yapan öğretim üyeleri, yazdıklarının kaynağını sorunca, yazarlığa son vermişti. Üniverseti hocalarına, yazdıklarının hikaye olduğu, bunlarda kaynak olmadığını anlatamamıştı.

Can’ın bir diğer merakı, zaman zaman seramiklerine de yansıyan kuşlardı. Sülünler için böğürtlen çalılarının ne kadar önemli olduğunu anlatır, yaban hayatının mutlaka korunması gerektiğinin altını çizerdi. Zaten bu duyarlılıkla İstanbul Işık Lisesi Sanat Galerisi’nde açılan Turna konulu sergiye, eserleriyle katılmıştı.

Anadolu folklor ve inancında geniş yer tutan Turna, artık kaybolmaya yüz tutmuştu. Turna, Anadolu’ya göçeden kuşlardandı. Halk bu kuşun Yemen’den geldiğine inanır, bu yüzden Hz. Ali’yle özdeşleştirirdi. Turna Semahı ve Alevi deyişlerinde, Anadolu türkülerinde geniş yer bulan bu kuşlar, artık üremek için Anadolu’yu tercih etmiyordu. Bununla ilgili Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin Turnalar Hep Uçsun Projesi’ne destek veren sanatçılardan birisi de Adil Can’dı.

Can’ın en sık kullandığı desenlerden bir tanesi “Ağlayan Kuş”tu. Bizans seramiklerinde yeralan bu desen, ağzından su damlatan bir kuşu gösteriyordu. Can, bunun Hıristiyan mitolojisinde Hz. İsa’nın göğe çekilmesine yas tutan kuş olduğunu anlatıyordu. Kuşların yapılarını estetik bulduğu için, Adil Can güvercinlerden, leyleklerden, sülünlerden hasılı doğadan hiç kopamamıştı.

Eğer birgün yolunuz İznik’e düşerse, Adil Can’ın atelyesine mutlaka uğrayın ve taze demlenmiş çay eşliğinde atelye girişindeki galeride yeralan eserlerden mutlaka nasibinize düşeni bulun. Ne diyelim; hem Adil Can hem de Turnalar hep varolsun, hep yaşasın…

 

 

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram