Raffi Portakal portresinin eksik parçası

TUNCAY OPÇİN 10 Aralık 2017 GÖRÜŞ

İster kaçış sendromu diyelim, isterseniz bitmeyen bir merak: AKP-Cemaat çatışması başladığından bu yana, kendimi kültür-sanat ve magazin yazılarını sıkı sıkıya okurken yakalıyorum. Daha önce bakmaktan imtina ettiğim haberler bile ilgimi çekiyor. Tabii bu arada aşina isimlere rastlıyor, bunlarla birlikte geçmişe yolculuğa çıkıyorum.

Geçen hafta işte böylesi bir habere gözüm takıldı. Maya Portakal, yeni bir müzayede düzenliyormuş ve dünyaca ünlü markaların çanta ve mücevherlerini satacakmış. Yanlış hatırlamıyorsam, müzayede kış turistlerinin akın ettiği, yurtdışında bir kayacak merkezinden gerçekleştirilecek.

Ben Maya Portakal’ı tanımam. Ancak babası Raffi Portakal’la geçmişimiz 1994 kışına kadar uzanır. Türkiye’de o dönemde Selçuklu sanat eserlerine yoğun talep yaşamaktadır. Bunun antika piyasasına etkilerini ve Selçuklu arkeolojisini konuşarak başlayan bir tanışıklık, ilerleyen zamanlarda dostluğa dönüşmüştü. 2001’de yazdığım “Değmesin Yağlı Boya” kitabıyla birlikte bu hem tanışıklık hem de dostluk sona ermişti.

SABANCI’YLA TANIŞMASI DÖNÜM NOKTASI

1946 doğumlu Raffi Portakal, dört kuşaktır antikacılık yapan Portakal ailesinin üçüncü neslini temsil ediyor. Yervant, Arent ve Raffi Portakal’ın mesleği şimdi Maya Portakal’ın elinde. Ancak Portakal adını markalaştıran kişi hiç şüphesiz Raffi Portakal. Daha önce İstanbul’da sadece antikayla yakından ilgilenenlerin bildiği Portakal adını Türkiye’nin gündemine sokmayı başaran isim Raffi Portakal.

Mesleğe babasının yanında başlayan Raffi Portakal, bir süre sonra kendi kanatlarıyla uçmaya karar vermiş ve Beyoğlu’nda antikacılık yapan babasından ayrılacak Nişantaşı’na taşınmış. Bu anlamda da bir ilki gerçekleştirmiş ve henüz keşfedilmeden çok uzun yıllar önce Nişantaşı’na giden belki de ilk antikacı olmuş.

Raffi Portakal’ın hayatının dönüm noktasını ise Sabancılarla tanışması oluşturuyor. 1970lerde, Sakıp Sabancı’nın galerisini ziyaretiyle başlayan aşinalık, kısa bir süre sonra sıkı bir dostluğa dönüşmüş. O kadar ki, Raffi Portakal Sakıp Sabancı’ya “ağabey” diyecek hale gelmiş. Tabii bu samimiyet ve arkadaşlık sadece Sakıp Sabancı’yla sınırla kalmamış ve ailenin diğer fertleriyle de devam etmiş.

Raffi Portakal’ı sanat dünyasının en önemli isimlerinden birisi haline getiren de bu özelliği. Sıcak gülümsemesi, arkadaşlık ağını ve sosyal ilişkilerini her ne pahasına olursa olsun hep geliştirmeye çalışması sayesinde bugünlere gelebilmiş. Dile kolay Demir Özlü, Enis Batur, Ferid Edgü’den Hilmi Yavuz, Nazar Büyüm’e uzanan bir ilişkiler ağını yönetmek bile başlı başına bir emek ve dikkat ister. Hepsi aynı siyasi görüşten gibi algılansa da aslında her biri kendi içinde ciddi farklılıklar barındıran bu isimlerin ötesine geçmeyi başaran Raffi Portakal, ilişkiler ağını Zaman’a kadar uzatmayı başarmıştı.

Raffi Portakal’la Aksiyon çıkmaya başladığında tanışmıştım. 1990lar, Türkiye’nin daha sonra bedelini çok ağır ödeyeceği bolluk yıllarıydı. Her ne kadar halka yansımamış olsa da, toplumun üst tabakasının sonuna kadar kullandığı bu bolluk hiç şüphesiz antikacılara yansıyor, her müzayede kırılan başka bir rekorla gazete sayfalarında yer buluyordu. Kırılan rekorların arkasında, genellikle 2001 mali krizinde batacak özel bankaların patronları yeralıyordu.

MÜZAYEDE KATALOGLARINDA GİZLİ İTHAFLAR

Müzayedeciler arasında da Raffi Portakal’ın adı öne çıkıyordu. Portakal da bunu fazlasıyla hakediyordu. Öğrencilik yıllarından itibaren toplamaya başladığım müzayede kataloğları arasında Portakal’ın kataloğları hem dizaynı hem de mizanpajıyla göz dolduruyordu. İyi fotoğraflar, özenli baskı, etkileyici kapak seçimi Portakal’ı farklı kılmaya yetiyordu. O tarihlerde müzayede denildiğinde Portakal, Antik A.Ş, Maçka Mezat ve Koleksiyon akla geliyordu. Bir de başkanlığını Çiğdem Simavi’nin yaptığı ve her yıl antika fuarı düzenleyen KÜSAV vardı.

Böylesi bir ortamda, Selçuklu eserleri dikkatimi çekmişti. Aynı döneme ait Roma ve Bizans’a ait arkeolojik bulgular hiç bir şekilde satışa sunulamazken, Selçuklu eserleri müzayedelerin baş köşlerinden yeralıyordu. Bunu bir dosyaya dönüştürmek istemiştik ve ilk çaldığımız kapı da Raffi Portakal olmuştu. Portakal, özellikle Türkiye’de Selçuklularla ilgili arkeolojik çalışmalar niye yapılmıyor? sorusunu beğenmiş ve üzerinde epey durmuştu.
Sonrasında her müzayedesini özenle izledim. Bu arada kataloğlarında bir kaç nokta dikkatimi çekmişti. Bütün müzayedeleri tuzlukla başlıyordu. Genellikle de gümüş bir tuzluk müzayedenin başlangıç eseri oluyordu. İkincisi ise daha ilginçti. Raffi Portakal, her müzayedeyi bir isme, bir kişiye adıyordu ve bunu hiç dikkat çekmeyecek bir şekilde, müzayede kataloğunun ilk sayfasına yerleştiriyordu. Kataloğun ilk sayfasının cildle birleştiği noktada bazen tek bir kelime, bazen de kısa bir cümleyle gönlünden geçen kişiye atıf yapıyordu.

Raffi Portakal, müzayedelere tuzlukla başlamasını “bereket” getirmesi için yapıyordu. Bunu, şimdi kullanılan bir tabirle “totem” yapmıştı. Her müzayedenin bir kişiye adanmasını ise, açmamayı tercih etmişti. Gözlemim doğruydu, ama bu konuyu kendi içinde tutmak istediğini söylemişti. Sorumu cevaplandırırken küçük gözlerinin içi gülmüş ve neşelenmişti.

Raffi Portakal’la aramda başlayan tanışıklık, zaman içinde dostluğa evriliyordu. Ben bu arada kulvar değiştirmiş, o dönem Türkiye’nin en prestijli gruplarından Sabah’a geçmiş, Aktüel’in kadrosuna dahil olmuştum. Portakal, kimin nerede çalıştığıyla ilgili değildi. Daha çok ne yaptığına bakıyordu. Ben de farklı bir pencereden müzayede haberlerini izlemeye başlamış, sanat piyasasında perde arkasında yaşananları yakalamaya çalışıyordum.

DANANIN KUYRUĞU KOPTU

Beklediğim, uzun zamandır peşinde koştuğum fırsat Maçka Mezat’ın bir müzayedesinden sonra ayağıma geldi. Müzayedede satılan Nedim Günsür’ün Göçerler tablosu sahte çıkmıştı. Bununla ilgili bir dosya hazırlamıştım. Aktüel’in yayınıyla sanat piyasasına adeta bir bomba düşmüştü. Müzayede mevsiminin tam ortasıydı ve en küçük haberden bile rahatsız olan alıcılar için böylesi bir haber, son derece rahatsız ediciydi.

Haberi yaptıktan kısa bir süre sonra Portakal’ın müzayedesi vardı. Verilen kokteyle ben de katılmıştım. Raffi Portakal o gece benimle yakından ilgilenmiş, yaptığım habere dikkat çekerek Sakıp Sabancı dahil olmak üzere pek çok kişiyle tanıştırmıştı. Ben, yakaladığım balığın büyüklüğünün farkındaydım ve bunun ilk olmadığını da az-çok tahmin ediyordum. Nitekim kısa süre sonra birbiri ardına gelen duyumlar, yeni skandalların patlamasına neden olmuştu. Benim en büyük endişem ise Portakal’ın adının bu işlere karışmasıydı. İyi kötü bir tanışıklığım vardı ve her tanışıklık gibi bu da beni “borçlu” hale getirmişti. Portakal’ın sahte eser sattığıyla ilgili bir bilgi gelirse bunu yapmaktan çekinmeyeceğimi kesin olarak biliyordum. Kısa bir süre sonra korktuğum başıma geldi.

Sanat piyasasının en bilinen ismi Raffi Portakal’ın da müzayedelerinde sahte resimler vardı ve bunlar yabana atılır cinsten değildi. İlk başta Hoca Ali Rıza’ya ait bir tabloyla ilgili bilgi gelmişti. Bunu İbrahim Çallı’nın bir tablosu takip etti. İş Fausto Zonaro ve Seyyid Süleyman’a, oradan da Sabancı Koleksiyonu’na kadar uzanmıştı.

Portakal haber kaynaklarıma ulaşmış, bu konuya adının karıştırılmaması için epey dil dökmüştü. Ancak bulduğum haberden kolay kolay vazgeçecek değildim. Yaptığım araştırmada en büyük yardımcım, biriktirdiğim müzayede kataloğları olmuştu. İçlerinde kimsenin inkâr etmeye cesaret edemeyeceği sahte tablolar vardı. Nihayetinde bu konuyu “Değmesin Yağlı Boyu-Türk Resim Piyasasında Sahtecilik” başlığıyla kitaplaştırdım.

Mayıs 2001’de kitap yayınlandığında kelimenin tam anlamıyla kıyamet koptu. Sadece bir müzayede evine üç yüz tablo dönmüştü. Eserlerin yeni sahipleri, çıkan haberleri görmüş ve aldıkları tabloları yeniden incelenmek üzere müzayede evlerine geri göndermeye başlamışlardı. Raffi Portakal’la ilişkim o tarihte sona ermişti. Portakal, bütün gücüyle imajını toparlamaya çalışıyordu.
Raffi Portakal’ın adı sahtecilik skandalına karışsa da, bu onun yapmış olduğu güzel işleri unutturmamalı diye düşünüyorum. En başta da “P” dergisini.

1990ların sonlarında çıkmaya başlayan dergi, sanat yayıncılığında bir dönüm noktası olmuştu. Raffi Portakal, dergi için her türlü riski üstlenmişti. Görselliği en üstte, baskısı mükemmel, önemli isimlerin kaleme aldığa metinler oldukça sağlamdı. Bu haliyle dergi, içinde pek çok ilki barındırıyordu.

Portakal, babasından devraldığı mirası neredeyse yarım asır taşımış, soyadını markalaştırmıştı. Türkiye gibi bir ülkede, soyadını markalaştırmak ve buradan yüzyıllık bir öykü çıkarmak hiç de kolay değildi. İki sene önce Portakal markasının yüzüncü yılıydı. Bu zaman diliminde Türkiye çok büyük değişiklikler yaşamıştı, ancak Portakal markası bu değişiklikleri, gerilimleri aşmasını başarmıştı. Raffi Portakal, bu başarıyı Doğan Kitap’tan çıkan dört kitapla kutladı.

Raffi Portakal’ın Enis Batur’la nehir söyleşisi farklı bir pencereden Cumhuriyet’in kısa bir tarihi gibi. Batur’la konuşmasında yeri geldiği halde sahtecilik konusuna girmese de, Raffi Portakal sağlıklı bir değerlendirme yapmamız için yeterince malzeme veriyor…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com