İki yeni köprüye, üç otobana tav olmazsak ne olacak?

Daha dün sohbet ettiğimiz insanlar işsiz bırakıldı, açlığa mahkum edildi, hapsedildi... Ama bugün isimleri  bile unutuldu, ne seslerini duymak istiyoruz, ne çektikleri acıları bilmek... Korkumuzdan neredeyse fotoğraflardan bile kazıyacağız “onları”...

KRONOS 29 Mayıs 2017 GÖRÜŞ

Almanyada yonca olarak da bilinen otoban kavşakları.

Ülkemiz yavaş yavaş çoktandır hayali kurulan parti ülkesine dönüşme yoluna ilk ve güçlü adımı atmış oldu. Sayın Cumhurbaşkanı artık aynı zamanda kendi partisinin genel başkanı.

Bu süreç düşündüğümüzden de hızlı ilerleyecek. Yüzlerce gazeteci, yazar, hoşa gitmeyen birçok kişi neredeyse bir yıldır hapiste. Ne zaman çıkacaklarına dair en ufak bir işaret ya da umut yok.

100 yıllık sakat cumhuriyet yargısı tamamen yok edilmiş durumda, sokakta kafanıza biri vursa karakola gitmeye çekindiğiniz günler…

Daha dün sohbet ettiğimiz insanlar işsiz bırakıldı, açlığa mahkum edildi, hapsedildi… Ama bugün isimleri  bile unutuldu, ne seslerini duymak istiyoruz, ne çektikleri acıları bilmek… Korkumuzdan neredeyse fotoğraflardan bile kazıyacağız “onları”…

Ekonomi deh çüş ittirilse bile,  işletmeler kapatılıyor, işsizlik hortlamış durumda, “patronlar” kaçmanın peşinde.

Kapital transferleri yabancı basının en sevdiği konu. E haklılar! Daha dün kitlesel adam dövdükleri ABD, sermayenin taşındığı ülkelerin liste başı. “Ey Avrupa” diye çıkıştıkları ülkelere giden gelmiyor, onu bırakın “Yunanı tam buradan denize döktük” diye zevke gelen beyazlarımız bile Yunanistan’da mülk almaya başlamışlar bile…

Dış politikayı kelimelere tarif etmeye yürek dayanmıyor,  itibarsız olmak bir yana, ciddiye alınmayan bir ülke olmak yolunda emin adımlarla ilerliyoruz.

“Yurtta zülüm, vatanda zülüm” kafası bu, artık içerisi dışarısı fark etmiyor, ellerinde olsa resmi ziyarete gittikleri ülkelerdeki memuru, vatandaşı tutuklayacaklar… Ziyaret sonrası büyükelçilere telefonda fırça atmak, nota vermek kesmiyor, daha ateşli şeyler istiyor ruhları…

Bu tuhaf ruh haline Pazar günü Ensar Vakfı Genel Kurulunda Cumhurbaşkanının yaptığı konuşmada tekrar şahit olduk.

Fethede fethede hala rahatlayamadığımız İstanbul’un 564. yılında sayın beyefendinin yaptığı çıkışlar, verdiği mesajlar yine tedirgin ediciydi. Anlaşılan o ki “Tek adam” rejiminin tesisi arzuların zirvesi değil. Devletin içi boşaltıldığı, işlevsizleştirildiği, anlamsızlaştırıldığı gibi halka, bireylere de aynı şey yapılmak isteniyor.

Cumhurbaşkanın dediği gibi “siyasi iktidar olmak başka bir şey”, artık hedef sosyal ve kültürel iktidar. Görünen o ki bu hedef için seçilen vizyon İmam Hatipler ile sınırlı. Bunun üzerine Osmanlıcılık, biraz milli görüş, biraz da yabancı düşmanlığı eklenince ve paralel olarak demokrasiden, insan haklarından uzaklaşınca sanırım hayallerdeki durağa varmış olunacak.

Bu Distopya’ya hiç de uzak değiliz.

 “Kahpe Bizans” tadındaki örnekler ile verilen “21 yaşındaki genç Mehmet Han, İstanbul’u aldı” ara gazları, bu cehenneme dönüşen yurttaki gençlerden “rejim muhalifleri” yaratmanın en kolay yolu.

Cennet İstanbul’u “Dört yanı şehit kanı ile sulanmış şehir” adını takmak, bu rejim için daha çok kan dökülmesi gerektiğinin işareti. Kızıl Elma hayalleri, önümüzde duranı yok edeceğiz mesajı. Ulubatlı Hasan’a övgüler, “Burçlara Bayrak” şiirleri hem bu yüzden…

Artık demokrasiyi bir yerinden yakalayabilirmişiz gibi düşünmek ve konuşmak, bu rejimin demokratik adımlar atma ihtimali varmış gibi yazabilmek  mümkün değil…

İçimizdeki saray soytarıları, sahibine aşık köleler hepimizi Türkiye’nin dönüştüğü bu akıl dışı ve tehlikeli “şeye” razı etmeye çalışıyor.

Peki ya razı olmazsak? İki yeni köprüye, üç otobana tav olmazsak? Bayrak yarışındaki bu vahşi nöbeti devralmıyorum, sizin olsun diyenlere ne olacak?

Sovyetler Birliği diktasında bile bazıları cesaret bulup “Burada düşünce özgürlüğü yok, baskı var, tek parti rejimi var, işkence var” diyebilmişlerdi. 1960 yılında, Diktatorya o günlerde “rejime sadık” psikiyatristlerin yardımı ile yeni bir şizofreni tipinin ortaya çıktığına karar verdi. Akabinde, ceza hukukunda 5 yeni yasa kabul edildi (58-62). Bu hastalıktan muzdarip olduğu tespit edilen muhalifler, acilen ve zorunlu olarak alıkonulacak ve zorunlu olarak tedavilerine başlanacaktı.

Sovyetler yine yeni bir icadın mucidi olmuşlardı! Muhalifleri tedavi ediyorlardı! Hastalık ağır ilerlediğinden yakınlarının fark etmemiş olması doğaldı. Ama devlet tabi ki hissetmişti! Muhalifinin kendinde bir tuhaflık sezmesine de gerek yoktu, devlet evinize gelip sizi bizzat “deli gömleğine” sarıp cezaevine dönüşmüş hastanelere kaldırıyordu.

Manyeto yoktu, yerine “elektroşok tedavisi” vardı.

Muktedirler çok sıkıştıklarında cevapları hazırdı “Bu, dünyanın en iyi sistemi, muhalefet edenin ruh sağlığının yerinde olmadığı çok açık”.

Dünya’dan uzaklaştıkça, deliliğe yaklaşacağız…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com