Tanpınar'ın odası artık yok

CEM MORA 28 Ocak 2017 KÜLTÜR

– GALERİ İÇİN LÜTFEN BÜYÜK FOTOĞRAFA TIKLAYINIZ –
Tanpınar Edebiyat Araştırmaları Merkezi yazarın Narmanlı Han’daki odasının yıkılmadan önceki fotoğraflarını yayımladı. Bina yıkılmadan önce girme imkanı buldukları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın odasını yazarın asistanı Turan Alptekin’in tarifiyle tespit edebildiklerini söyleyen Handan İnci süreci şöyle anlattı:

“2015 yılında, bina restorasyon çalışmaları için kapatılmadan önce fotoğraf çekmek amacıyla Narmanlı’ya girdik (Handan İnci – Müjdat Arslan). Avlunun sağ bölümünde yer alan bütün odaları gezdik.
O perişan hali bile, bir zamanlar ne kadar etkileyici, zarif bir bina olduğunu fark etmemizi engellemiyordu. Yerlere saçılmış, film bantları, kumaş parçaları, eski kadın ayakkabıları, noter mühürleri, kırık taş plaklar burada yaşanmış hayatları arkeolojik bir kazının katmanları gibi sermişti önümüze.
Birkaç gün sonra çöplüğü boylayacak bu izleri ayrı ayrı kaydetti Müjdat’ın kamerası. Tabii benim aklım fikrim Tanpınar’ın odasındaydı. Asistanı Turan Alptekin’in verdiği bilgilere göre (kapıdan girildiğinde sağdaki blokta, aşağıdan ikinci ya da üçüncü kapı 7/2 zemin katta, sağdaki daire) hemen oraya yönelmiştim. Sonrasını ben anlatmayayım, fotoğraflar göstersin size.“


Yayımlanan 18 fotoğrafta ve daha önce gösterilmemiş belgeselde Narmanlı Han’daki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir dönem yaşadığı koridorların, odanın ve diğer yaşam alanlarının içler acısı hali gözler önüne seriliyor. Yıllarca yok olmaya terkedilen ve sonunda yıkılıp ticari bir merkeze dönüştürelen han tam bir mezbelelik olmuş.

1831’de İtalyan mimar Giuseppe Fossati tarafından İstiklal Caddesi üzerinde inşa edilen Narmanlı Han uzun yıllar Rus elçilik binası olarak kullanıldı. 1933’te bina Avni Narmanlı ve Sıtkı Narmanlı adlı iki tüccar tarafından satın alındı.
Tanpınar edebiyat Araştırmaları Merkezi’nin verdiği bilgiye göre, Eminönü’ndeki işyerlerini buraya taşıyan Narmanlı kardeşlerle birlikte onların adıyla anılmaya başlayan handa  halıcı, antikacı, noter ve  konfeksiyoncuların yanı sıra zamanla heykeltraş, ressam ve yazarlar da yer kiralamaya başladı. Han, 1950’lere kadar Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aliye Berger, Tatyana Moran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çalışma ve yaşama mekânı oldu.

Konu ile ilgili merkezin yaptığı açıklamada tarihsel süreç ile ilgili hatıratların ilgili bölümlerine de yer verildi. Tatyana Moran, Tanpınar’ın Narmanlı Han’a nasıl yerleştiğini şöyle anlatıyor:
Hamdi profesör olarak Edebiyat Fakültesi’ne girdi. Aynı zamanda da Güzel Sanatlar’da ders veriyordu. Mali durumunu düzeltmişti. Bana artık ablasının evinden ayrılıp taşınmak istediğini söyledi. Aklıma derhal bizim Narmanlı yurdunda giriş katında küçük bir daire geldi; bir büyük oda, mutfak ve banyodan ibaretti. Ucuza da vereceklerdi. Teklif ettim. Hamdi çok sevindi. Derhal tuttu ve taşındı. Perde olarak gazeteler yapıştırdı. Bir iki tabak, bardak satın alındı.
Hamdi bir gün hasta oldu. Bizim hizmetçi Melahat aşağıya inip, ‘Hamdi Bey nedir o eski yorgan, o sizi ısıtmıyor, perdeleriniz de yok, niye böyle oturuyorsunuz?’
‘Param yok’ demiş Hamdi.
‘Bunları taksitle size yaptırırım’ ve yaptırdı da.
Bu daire her akşam dolup taşıyordu; Bedri Rahmi, karısı, kızkardeşi Mualla (şimdi Anhegger’in karısı) Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir, yenilip içilirdi.“

Tanpınar Edebiyat Araştırmaları Merkezi, 22 Ocak’ta yayımladığı duyuru ile yapacakları çalışmalar hakkında ip uçları verdi. “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatını, eserlerini, hakkında yazılanları ve arşivini araştırmacılara sunmak amacıyla hazırlanan sitede, bir projeye dayanıyor. Çalışmalar İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nde bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait belge, not ve fotoğraflarından oluşan arşivin dijital ortama aktarılması projesi Enstitü Müdürü Prof. Dr. Fikret Turan’ın onayıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Marmara Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümünün işbirliğiyle 2016 sonbaharında gerçekleştirilenlerin devamı niteliğinde.
ARŞİVDEN
AHMET HAMDİ TANPINAR’IN EN BEREKETLİ YILLARI NARMANLI
YURDU’NDAKİ BEKÂR ODASINDA GEÇTİ
Haldun Taner
Sait’i Burgaz’a, Behçet’i Beşiktaş’a, ne bileyim ben, Abdülhak Hamit’i Maçka’ya, Abdülhak Şinasi’yi Çamlıca’ya, Kemal Tahir’i bir semte bile değil de, ancak ve ancak evine, hapishane alışkanlığı ile hiç dışına çıkmadığı odasına bağlamak mümkün de, Ahmet Hamdi’yi, bu sevdiği her yerle hemen özdeşleşiveren, hayalini bir mıknatıs gibi çeken o semte —sırtında yumurta küfesi yok ya— tüm ailesiz bekârlara vergi bir manevra rahatlığı ile koşan, çat burada çat kapı arkasındaki bu gezegen hedonisti sade bir semtle anmak o kadar kolay değil. Evet, ömrünün en bereketli yılları Narmanlı Yurdu’ndaki bekâr odasında geçti ama mübarek, ayakları ile olmasa bile cıva gibi zekâsı ve hayali ile çat burada, çat kapı arkasında olurdu çoğu zaman. Bakarsınız bir gün eser, Kıbrıslı Yalısı’nın loş salon ve sofalarında bir yüzyıl öncesinin havasını koklamaya kalkar, yine bakarsınız bir başka gün Çamlıca’dan Küplüce’ye yürüyüp bir yaz uzantısının hem güneşli hem hüzünlü uçuculuğunda doğa ile kadın güzelliğinin ortaklığını keşfeden Giorgionne’nin coşkusunu paylaşırdı. Bursa, mesela, Ahmet Hamdi’siz düşünülebilir mi? Biz hepimiz Bursa’yı onun şiirinden, yazılarından, sohbetlerinden sonra daha iyi anlamışızdır. O şırıltılı şehirde zaman içinde zamanı keşfetti. O suların sesinde geçen zamanın vurgulanışını olduğu kadar, duran tarihi zamanın saygın uğultusunu da duydu. Ve bize duyurdu. Hangimiz Ankara’ya, Konya’ya, Edirne’ye, İstanbul’a onun gibi bakabildik? Kim onun kadar duygulanarak o kentlerin tüm tarihini iliğinde duyarak, bunu kültürüyle yoğurarak, bize sunabildi?
Sade kentler, semtler değil, klasik müziğin, sanat tarihinin, edebiyat dünyasının şaheserleri de, bu manevi semtler ve iklimler de, zaman zaman onun tutku alanının içine girerdi. Bakardınız bir süre Beethoven’in Beşinci Senfonisine ya da Valéry’nin Monsieur Testine ya da Selimiye’nin Kubbesi’ne tutulurdu. Ve bu tiryakilikler belli bir zaman sürerdi. Bütün bunlarda başkalarının bulduğundan başka şeyler bulmasını bilerek. Sevgili Ahmet Hamdi.
Plak ve kitapların ısıttığı odasında
Ama tüm tutkularından dönüp dolaşıp geldiği, yine Narmanlı Yurdu’ndaki o bekâr odası olurdu. Plakları ve kitaplarının ısıttığı o odakta hiçbir zaman yalnız kalmayarak. Hep zihnini bir şeylerle oyalayarak, ona zevk verecek bir yazı, bir resim, bir müzik ya da zengin yaşantısının bir hayalini yatağına alarak.
Aşırı hızlı yaşadığım, eve sabahları saat altıda döndüğüm bekârlık dönemimde bana Tünel’de rastlamıştı. Karaköy’den yukarı birlikte çıktık.
– Kimbilir nereye gidiyorsun, dedi. Kimbilir ne güzeldir sevgilin?
Ben eğlenmeye gidiyordum, o yatmaya, evine…
– İyi geceler, dedi bana. Emin ol sana gıpta etmiyorum. Benim sevgilim burada.
Üniversitedeki adresine yeni gelmiş jelatin kaplı bir Skira cildini özenle koltuğunun altından aldı. Gösterdi. Şimdi tam hatırlamıyorum. Ama uzun zamandır ısmarlayıp beklediği bir kitaptı. Ya Bruegel ya El Greco. Gözleri parlıyordu. Gerdeğe girecek bir damat gibi heyecanlı idi. Hak verdim içimden kendisine. Kitabın jelatin kabını açarken onun duyacağı mutluluğun bir kadını soyarken duyulandan daha yoğun ve yüce olduğunu biliyordum.
– Asıl ben size gıpta ediyorum, dedim.
Laventen Pera’nın güngörmüş binası
Numara yapıyorum sandı. Alayla gülümsedi. Oysa ciddi idim. Ne var ki, bunu belgelemek için direnmedim. O zaman, bugünkü gibi parmaklıkları olmayan, koca duvarlı İsveç Sefaretinin önünde birbirimizden ayrıldık. O, Narmanlı Yurdu’nun kapısından bir omuzu yukarda içeri süzüldü, ben ışıklı Beyoğlu’na doğru yürüdüm.
Narmanlı Yurdu, hep bilirsiniz, Narmanlı Yurdu olmadan çok önce Rus Konsolosluğu idi. Sonra konsolosluk o zamanki sefaret olan şimdiki binaya, sefaret de Ankara’ya taşındı. Narmanlı Yurdu’nun ilk şekli bugünkünden çok farklı idi. Beyoğlu Caddesine bakan cephesinde yine dükkânlar vardı. Ama bunlar daha çok gümüşçü, antikacı, halıcı dükkânları idi. Cümle kapısından çiçekli, bakımlı bir bahçeye girerdiniz. Narmanlı Yurdu’ndaki bahçeyi çevreleyen binalardan sağ taraf, ailelere kiraya verilmiş dairelerden oluşurdu. Öbür taraflar ve caddeye bakan odalar bir iş hanı olmaya başlamıştı. O eski levanten Pera’nın bu güngörmüş binasında kendine göre muhakkak bir çekicilik bulmuş olmalıdır. Uzun zaman burada bir küçük dairede oturdu. Burada en sevdiği şey ortasında çiçek tarhları bulunan ve ilkbaharda mor salkımları ile doğayı şehrin ta göbeğine getiren bahçe idi. Bir de Parepalas’ın sahibi Misbah’ın yine bu külliye içinde sağ köşedeki antikacı dükkânı. Misbah burada özellikle yabancı turistler için halı, eski antika möbleler ve mücevher satardı. Ahmet Hamdi’nin hayal dünyasını bir antikacı dükkanı kadar tahrik edecek, hele eski bir İstanbul efendisi görgüsündeki Süryani Misbah’ın kişiliği kadar saracak bir atmosfer, aransa bile güç bulunurdu. Bundan ötürü buraya sık sık uğramasını, uzun saatlerini orada geçirmesini doğal karşılamalı. Yine buradaki komşuları içinde Sokolskiler, kültürleri, görgüleri, raffinement’ları ile onun kültür ve incelik düzeyine çok uyan dostlardı. O tarihte daha ne Aliye Berger ön cepheye bakan dört odalık atölyesine yerleşmiş, ne de Bedri Rahmi daha sonra İstanbul boheminin en sıcak odaklarından birini teşkil eden lokaline geçmişti. Bedri’nin atölyesi o sıralarda yine Tünel’de, Narmanlı Yurdu’ndan üç dört sokak uzaklıkta bir yerde idi.
Bohemler odağı
Ahmet Hamdi’nin Narmanlı Yurdu’ndaki odası, sofası, hatta mutfağı, üst üste derbederce yığılı kitaplarla dolu idi. Evin pek temiz olduğu iddia edilemezdi. Ahmet Hamdi’nin o zamanki ziyaretçileri içinde Zeki Faik İzer, Zühtü Müridoğlu ve eşi, Dr. Fikret Ürgüp ilk hatırladıklarım. Çoğu üniversiteden genç asistanlar ve öğrenciler de üstadın kültüründen ve sohbetinden kâm almak için bu dağınıklığın içine girmeyi göze alırlardı.
Ahmet Hamdi buraya Ankara’daki mebusluk serüveni bittikten sonra tekrar üniversiteye döndüğü sıralarda geçmişti. Sonra buradan çıktı Tavuk Uçmaz’da bir yer tuttu. Cihangir’in altındaki bu nefis manzaralı yokuş, onu daha çok adından ötürü çekerdi. Benim o zaman Moda’da oturduğum (Posbıyık Sokak) gibi bu (Tavuk Uçmaz Sokak) da onca, Türk halk mizahının sokakadlaşmış simgeleriydi.
Narmanlı Yurdu, asıl Ahmet Hamdi oradan çıktıktan sonra bohemler odağı oldu. Aliye ve bütün avanesi, Bedri ve bütün talebeleri burayı yol geçen hanına döndürdüler. Sabahattin Eyuboğlu’nun, Mehmet Ali ve Adalet Cimcoz’un ve dolayısıyla Galatasaray’daki Maya’nın müdavimlerinin bir ayağı hep buradaydı. Artık çifter çifter kapıcıları, bahçıvanları, artık ortadaki çiçek tarhları ve artık Misbah’ın o güzelim antikacı dükkânı yok olmuştu. Narmanlı Yurdu’nun 1934’ten bu yana orada oturmuş eski kiracıları ya ölmüş ya da dairelerini terk edip başka yerlere gitmişlerdi.
Artık Aliye’nin, Bedri Rahmi’nin atölyelerinde —ki Ahmet Hamdi’nin eski dairesi idi— olmuş sanatçılarla henüz çiçeği burnunda çıraklar ve hevesliler, samimi sanat hayranları ya da ukala snoplar, sigara ve pipo tütünlerinin buğusunda, dünyanın sanat, politika, ekonomi ve sosyal konularını çözümleyen (!) coşkulu tartışmalarla belki boş, ama kendileri için hoş, yoğun ve mutlu saatler geçiriyorlardı.
Ahmet Hamdi döneminden sonraki Bedri Rahmi dönemi de çok gerilerde kaldı artık. Bugün de yolum sık sık oradan geçer.
Eskilerin yinelene yinelene havı atmış bir sözü vardır: “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” derler. Oradan her geçişte benim de dudaklarıma bu yavan mısra yapışır nedense.
Hey gibi günler hey. Geri gelmeyecek günler.
Acıdığım hangisidir bilemem! O dolu günler mi? Dünyayı bırakıp giden dostlar mı? Yoksa gençliğim mi?
Belki hepsi birdendir.
Milliyet Sanat, sayı 14, 15 Aralık 1980, s. 26-28.
 

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com